Nükleer dendiğinde, aklımıza ilk olarak, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar ve etkilerini ülkemizde de hissettiğimiz Çernobil kazası gelir büyük ihtimalle. Dolayısıyla zihinlerimizde nükleer eşittir felaket gibi bir formül belirir. Oysa o dönemden bu yana köprülerin altından nice sular akmıştır. Teknolojik gelişme bu alana da damgasını vurmuştur. Şimdi artık nükleer enerjiyi bir yana, son dönemin işgallerinin gerekçesi olan nükleer silahlanmayı bir başka yana koyup, ayrı ayrı incelememiz gerekiyor.
1896’da Fransız Henri Becquerel tarafından ‘tesadüfen’ bulunmuş olan nükleerin, elektrik üretiminde kullanılması 1960’lara rastlar. Bu tarihlerde Dünya ölçeğinde ticari amaç güden santraller kurulmaya başlanır. Yaşanan petrol krizleri, rüzgar ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerjilerin kesintili karakteri, fosil enerjilerin yol açtığı sera etkili gazlar, enerji sahnesinde nükleeri önemli bir alternatif haline getirir. Ne var ki, nükleer santraller de radyoaktif atıkların depolanması problemini doğurur. Nükleeri yaygın olarak kullanan Fransa ve Finlandiya dahi bu probleme kalıcı bir çözüm bulabilmiş değildir. Şimdilik Üçüncü Dünya ülkelerini arka bahçelerindeki çöp tenekeleri olarak kullanıyorlar. Bu da pek çok ülkenin mühendislerinin katıldığı “enerjide etik” tartışmalarını alevlendiren bir unsurdur.
Diğer yandan, nükleer alanındaki yatırımların maliyetinin yüksek olması ve santrallerin inşasının uzun sürmesi, gelişmiş ülkeleri yenilenebilir enerjilere yöneltmiştir. Dolayısıyla da pek çok Batı ülkesi, bu santralleri kurmak yerine, söz konusu teknolojiyi gelişmekte olan ülkelere satmayı daha kazançlı bulunmuştur. Ne var ki, halihazırdaki 442 nükleer santralin gelişmiş ülkelerde bulunması, bunun yol açtığı maliyet artışından ötürü kendi ülkelerinde sosyal harcamalara bütçeden daha az pay ayırmalarına, hem de geri ülkelere enerjiyi daha pahalıdan satmalarına zemin hazırlamıştır.
Pek çok teknoloji gibi nükleerin de ilk ortaya çıkışı askeri çalışmalarla olmuştur. Sivil amaçlarla kullanımına ise çok daha sonra, yukarıda belirttiğimiz gibi 1960’larda geçilir. Ancak bunun “askeri” değil de “barışçıl” bir kullanım olduğunu söylemek güç. Çünkü her nükleer santral, nükleer silahlanmaya dönük bir potansiyeli içinde barındırır. Dolayısıyla dünyanın pek çok yerinde nükleer silahların geliştirilmekte olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz.
Nükleer santraller ve nükleer silahlar elbette bölgemiz ve dünya için ciddi bir tehdit. Hele hele Ermenistan’daki eski teknolojili Nükleer Santral ve benzerleri başta Kafkasya olmak üzere tüm yakın ülkeler için ciddi bir risk yaratıyor ve insanlık bu soruna makul bir çözüm bulmalı. Ama yine de kendileri nükleer teknolojiyi hem askeri hem de enerji alanlarında serbestçe kullanan gelişmiş batılı ülkelerin, bunların yoksul ülkelere yayılmasını engellemek adına, sağa sola tehditler savurması pek ahlaklı bir tavır değil. Daha da ötesi, İsrail gibi kendi müttefikleri olan saldırgan bir ülkenin elinde 200 nükleer füze varken, çifte standart uygulayarak İran’ı nükleer teknoloji elde ettiği için işgalle tehdit etmek iyice ayıp kaçıyor. Elbette nükleer silahlanmanın önüne geçilmeli ancak batılı ülkeler bu işe önce kendilerinden ve İsrail’den başlarlarsa daha “ikna” edici olacaklardır.
Sayı : 2006 03