Anadolu Bir Mozaiktir, Anadolu’da ve İstanbul’da Rengi Solan Kadim Bir Halk: Rumlar -1-

0
453

Türkçe’de Rum denince, Hıristiyan Ortodoks mezhebinden olan ve Yunanca konuşan kimse anlaşılır. Rum, Romeos (Romalı) sözcüğünden bozularak günümüze ulaşmış bir terimdir. Tarih içinde siyasi, ekonomik, kültürel anlam değişikliklerine bağlı olarak başka anlamlarda da kullanılagelmiştir.

 

Fetihten Önce 

MÖ 7. yüzyılda Boğazlar çevresine ilk yerleşenlerden Megaralılar, kentlerine, komutanlarının adı olan Bizas’ın adına atfen Bizantion dediler. MS 2. yüzyılın sonunda kenti ele geçiren Roma İmparatoru Septimius Severius’un karısı İmparatoriçe Antonnina’nın adı verildi. Nihayet 1. Constantinus zamanında, 11 Mayıs 330’da, kentin yeni kuruluşu kutlandı ve yeni adı resmen Constantinopolis olarak, Yeni Romalı dönemine başladı. 

Constantinopolis’te yaşayan halkın kendisine Roma vatandaşı anlamında Rum demesi, Caracalla’nın, 212’de ilan ettiği ve Roma İmparatorluğu içinde serbest yurttaş olan (köle olmayan) tüm halkı eşit yurttaş sayan tarihi kararına kadar eskilere götürülebilir. Resmi dili Latince olan Doğu Roma’nın başkentine ‘‘Yeni Roma’’ da denmişti. 

Konstantinopolis halkı Bizans döneminde kendisine “Rum” -Romeos-, Doğu Roma İmparatorluğu’na da Romania; kullandıkları dile ise Yunanca -Hellence- diyordu. Bu dönemin ayırıcı kimliğinde iki özellik göze çarpar: Ortodoks mezhebi ve bu dinden de kaynağını alan Yunanca. 

 

Türkler Geliyor!

14. yy’da Bizans, Türkler ve Sırplar’a süregiden toprak kayıplarından sonra artık bütünüyle güçsüz ve etkisiz bir devlet durumuna düştü. Osmanlı toprakları ortasında kalan Konstantinopolis’in yöneticileri son ana kadar kiliselerin birleşmesini gündeme getirerek kurtuluşu Batı’da aradılar. Aralık 1452’de Ayasofya’da, papanın temsilcileriyle birlikte Katolik ayin yapıldı, İmparator birleşmeyi bir kez daha ve yeniden onaylarken, halk ve kimi din adamları aynı anda Pantokrator Manastırı’nda kendi mezheplerinden yana ayin yapıyorlardı. Her şeyin bittiğinin belli olduğu 28 Mayıs 1453 gecesi imparator ile halkın bir arada Ayasofya’da yaptıkları son ayin ise Ortodoks geleneğine göre yapıldı.

Zaten “Diyar-ı Rum’’, olan Anadolu Türklerin yeni yurduna dönüşmüş, Rum nüfusun önemli bir kısmı müslümanlaşmıştı. 1453’te Konstantinopolis’in fethinden sonra ise Rumların yaşamında köklü değişiklikler oldu. Cemaatlerin varlığı, dinleri ve kimi hakları resmen tanındı; Fatih, Teodoros Agallianos’un söylevlerinden anlaşıldığına göre, Bizanslı danışmanlarının tavsiyesi doğrultusunda Ortodoks kilisesini yeniden kurdurdu. Kiliselerin birleşmesine karşı çıkmış olan II Gennadios Sholarios köle olarak satılmış olduğu Edirne’de bulunmuş, İstanbul’a getirtilmiş, Bizans geleneklerine uygun bir biçimde yeniden toplanan sinod tarafından patrik seçilmiş ve (gene Bizans’ta olduğu gibi) devletin başı olan sultanın da onayı ile tahtına oturmuştu. İki cemaat, yani egemen ve Müslüman olan “yöneticiler’’in cemaatiyle savaşta yenilmiş ama “boyun eğdikleri’’ için varlıklarına izin verilmiş olan Ortodoks cemaat, İstanbul’da bu eşitsiz ilişkileri sürdürüp yeniden üreterek yaklaşık 500 yıl bir arada yaşadılar. 

 

Osmanlı Devrinde Rumlar’ın Siyasal, Hukuksal Konumları: 

Rumlar, Osmanlı Devleti’nin “millet sistemi” içinde özel bir statüde yaşadılar.

19. yy’a kadar Rumların ayrı ve “aşağı” konumda olduğunu gösteren uygulamalar, genel hukuk, yönetime katılma, din ve evlilikler alanındaydı. Mahkemede gayrimüslimlerin şahitligi ikincildi. Gayrimüslimler özel vergiler öderlerdi; ticaret hakkı ve izni almak için Hıristiyanlar Müslümanlara kıyasla, az da olsa daha fazla vergi ve daha yüksek gümrük vergisi öderlerdi. Asker, subay ve devlet memuru olamazlardı. Hıristiyan kimliklerini koruyarak üstlenebilecekleri devlet görevleri, yabancı dil gerektiren kimi danışmanlık görevleriyle, genellikle 18. yy’dan sonra, voyvodalık ve tercümanlıkla sınırlanmıştı. Yeni kilise kurmak yasaktı; onarımlar izne bağlıydı. Hıristiyan erkeğin Müslüman bir kadınla evlenmesi yasaktı; Müslüman erkek gayrimüslim bir kadınla evlenebilirdi. Yasaya uymayanlar idam ya da linç edilirdi. Karma evliliklerde çocuklar Müslüman olurlardı. Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçme serbest olmakla birlikte, ters yönde bir din değiştirme ölümle cezalandırılırdı.

Rumlar sakal bırakamazdı, belli renkte giysiler giymeleri gerekirdi, kaldırımda yürüyemez, ata binemezlerdi. Evleri taştan ya da çok katlı olamazdı. Kürk giymeleri izne bağlıydı, Hıristiyan efendisi olan köle Müslümanlığı seçtiğini dile getirdiğinde salıverilmesi gerekirdi. 

 

İki Halkın Arası Bozuluyor 

Rumlar, siyasal haklarının sınırını genişletmek için kimi zaman Osmanlı yöneticilere ricalarda bulundular, zorladılar, bazen de Osmanlı sınırları dışında ittifaklar aradılar. Yabancı devletler bu durumu fırsat bilip Hıristiyanları koruma bahanesiyle Rumlardan (ve genel olarak gayrimüslimlerden) yana girişimlerde bulunup Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karıştılar. Sonuçta bir Müslüman-Hıristiyan mücadelesine dönüşen ve dış güçlerin istismar ettiği bu siyasal mücadele, Rumlarla Osmanlı Devleti arasında kuşkuyu, güvensizliği artırdı ve toplumsal huzuru bozdu. 

1821 ‘de Yunan ihtilali ile ‘‘Fener dönemi” aniden son buldu. Patrik Grigorios sorumlu cemaat başı sıfatıyla, başka din adamları ve halktan kimseler ise gözdağı verme amacıyla idam edildi. Osmanlı yönetimi Fenerlilere artık güvenmedi, onları voyvodalık ve tercümanlık işlerinde kullanmadı. Karşılıklı güvensizlik, Osmanlı yönetimiyle Fenerliler arasındaki çatışmayı körükledi. Yunan ihtilali ile İstanbul’da başlatılmış olan sindirme hareketinin sonucunda Fenerlilerin bir bölümü Batı’ya, Rusya’ya ya da isyan bölgesi olan Mora’ya kaçtılar. 

Fenerlilerin tarih içinde ikili işlevleri olduğu söylenebilir. Bir yanda kültür alanında, yani dil, yazı, edebiyat ve düşünce alanındaki katkılarıyla Yunan ulusçu gelişmelerinin temelini attılar, hatta Rumların örgütsel piramitinin başında bir tür yönetim özerkliği oluşturarak gelecekteki devlet örgütlenmesinin ilk nüvelerini ve deneyimlerini başlattılar, öte yanda ortaya çıkan ‘‘çağdaş” düşüncelere karşı bir tutum içine de girdiler. Fenerliler kültür alanında ilerici, siyasal alanda tutucu oldular. Örneğin, bu ikili özelliği sergileyen bir Fenerli aydın D. Katarcis- Fotiadis’tir (1730-1807). İstanbullu Rumların da bu iki farklı görüşün arasında bölündükleri ya da bocaladıkları söylenebilir. 

 

Azınlık Haklarında Reformlar 

Osmanlı yöneticileri genellikle Batı’ya hoş görünmek ve baskılardan kurtulmak amacıyla, ama köklü bir siyasal değişikliğin yararına pek inanmadan, özellikle 19. yy’da bir dizi reformlara giriştiler. Gönülsüz yapılan reformlara Müslüman halk destek olmadı; hatta yer yer karışıklıklar çıktı, protestolar görüldü. 1839’da Tanzimat Fermanı ile “can, ırz, mal güvenligi” sağlanacağı, vergiler ve askerlik konularında Müslümanlarla sair milletler arasında eşitlik tesis edileceği ilan edildi. Gerçekten de 1840’ta Ceza Kanunnamesi’nin yürürlüğe girmesi ve idare Meclisleri’nin kurulması ile Rumlar yerel yönetimlere kısmen katılmaya başladılar. 1850’de Ticaret Kanunnamesi Osmanlı milletleri arasında, pratikte olmasa da hukuk alanında, eşitligi sağladı. Islahat Fermanı (1856) bu eşitliği yeniden onayladı, askerlik konulannda eşitlik yönünde adımlar atıldı. 1856’da Meclis-i Vala-yı Ahkam-i Adliye’ye ve 1868’de Şura-yı Devlet’e Rum delegeler tayin edildi. 1876’da Kanun-i Esasi’yi hazırlayan komisyonda da 2 Rum delege yer aldı. 1864’te yeni ve ileri bir eyalet ve vilayet yönetimi. 1876’da da meşruti yönetim denendi ve aynı eşitlik vaatleri tekrarlandı. 

Ancak çağdaş anlamda siyasal eşitlik çokuluslu Osmanlı Devleti içinde gerçekleşemedi. 70 yıl içinde eşitliği sağladığını ilan eden reformların dört kez yürürlüğe konması, bu reformların eşitliği bir türlü sağlamadığını gösterir. Eşit yurttaş kavramı toplumun Müslüman kesimi tarafından benimsenmedi ve pratiği uygulamaya konamadı. Girişimler her seferinde bir süre sonra tavsadı ve eski uygulamalara dönüldü. Ancak İstanbul Rumları bu gelişmelerden, gene de büyük yarar gördüler. (Devam edecek)  

 

Patrikhane

1. Mehmed’in sağladığı haklara göre kilisenin ve cemaatin başında sinod tarafından seçilen millet başı patrik vardı. Patriğin tüm Ortodoks halkların üstünde mutlak ruhani ve idari yetkileri vardı. Kilise, evlilik, miras gibi özel hukuk alanındaki davalara bakabilirdi. Sonraki yıllarda patrikler vergi işlerine de karışmaya başladılar. Patrikhane üç yönetim biriminden oluşurdu: Sinod, sinodun seçtigi patrik ve Patrikhane’nin ileri gelenleri. Ancak yönetime, sonraları Fenerliler sınıfını oluşturacak olan cemaatin zengin ve güçlü sivilleri, Katolik ya da Protestan yabancı büyükelçiler ve Osmanlı yöneticileri de karışırlardı.

Patrikler genellikle devlete sadık kaldılar. Ancak özellikle 1565-1620 arasında, Venedik, İspanya, Papa gibi Batıcı bir tutum içine giren patrikler de görüldü. Başkaldıran din adamları ise gene genellikle Batı’da eğitim görmüş, Rönesans’ın da etkisinde kalmış olan kimselerdi. 

Kilise ve Patrikhane kurumu, yönetim biçimi ve anlayış olarak 19. yy’a kadar göreli bir süreklilik sergiledi. Kilise-devlet ilişkilerinde kesin bir çatışma ve karşıtlık görülmedi. Avusturya ve Rusya gibi yabancı güçlerin girişimleri ve baskılarıyla Ortodokslara kimi ek haklar tanınmış, Rumların hakları yeniden doğrulanmış, kilise kurma hakkı tanınmıştı. Ancak 19. yy’a girerken Osmanlı Devleti’ne karşı Rumların direnci başladı. Kosmas Aitolos (1759-1779) dini kullanarak cemaat kimliğini vurguladı ve idamına kadar bir tür etnik bilinci yaygınlaştırmaya çalıştı. Osmanlı yönetimi de kiliseye karşı daha kuşkulu oldu. 

 

Rum Halk Adetleri 

Sula Bozis’in “Sakız kokulu günler…” adlı kitabında zamanın Rum adetlerini anlattığı bölümü sizlerle paylaşıyoruz. 

“…Hıristiyan Ortodoks dininin en önemli iki bayramından ilki olan 12 günlük Dodekaimeron -Noel, Yılbaşı ve Teofania- kutlamalarının simgesi Vasilopita (Yılbaşı çöreği)’nın hazırlığı ve pişirilmesi her yıl sonu Rum ailelerinin başlıca uğraşlarındandı. Çörek hamurunun uzun süre yoğrulması pazu kuvveti gerektirdiğinden bu işi genellikle evin erkekleri üstlenirdi. Bu yardım genelde erkeklerin mutfak işlerine tek katkılarıydı. Eee ne de olsa, 5 ila 10 kilo undan oluşan hamuru elle yoğurmak kolay değildi.  

Yılbaşı ve Paskalya çöreklerinin hazırlanışı için gerekli dikdörtgen tahta tekneyi ev kadınları kilerden yılda iki kez çıkarıp temizlerdi. Hazırlık genelde öğleden sonra, ikindi vakti başlardı. Bir yandan anason kaynatılıp süzülür, suyu ılık bekletilir, diğer yandan hamurun mayası hazırlanırdı. Hamurun yoğrulması saatlerce sürerdi. Hamur kıvamına gelince üstüne haç işareti çizilir, tertemiz beyaz bir masa örtüsü veya çarşafla örtülür, tekne, yünlü yünlü bir-iki battaniyeyle sarılıp sobanın yanında kabarmaya bırakılırdı. Kabarması yaklaşık altı saat gerektirdiğinden ev halkı geceyi tatlı bir telaş içinde geçirir, hamurun fazla kabarıp ekşimemesi için tetikte durulurdu. Sabahın erken saatlerinde hamurun bir kısmı büyük bir bakır tepsiye yerleştirilir, üstüne yeni yılın tarihi hamurdan rakamla yazılır, üstüne susam ekilir, çatalın ucuyla etrafı nakışlanırdı. Çöreği süslemek amacıyla bugün de yapılan bu nakış, paganlıktan kalan “kem gözlere şiş” dileğinden çıkmıştır.”.. 

  

Sayı : 2006 12