Yoruldum… Yeri doldurulmayacak insanları aramızdan çekip alıvermelerini seyretmekten yoruldum. İçimde ağırlaşıp düğümlenen acılara her gün yenisini katan bu düzende yaşamaktan yoruldum. Figüranları, esas oğlanları, yönetmenleri değişse de yapımcıları hiç değişmeyen bir filmi defalarca seyretmekten yoruldum.
12 Eylül, 28 Şubat. Her biri cesetler üzerinden yürünerek geçilmiş dönemeçlerdi. Sahiplerinin eli kan içindeydi. Bugün yeni bir dönemeçteyiz. “Kürt sorunu, Irak, Kıbrıs ve AB” konularında Türkiye’nin geleceğini belirleyecek kararlar alma vakti. Ertelense de, engellense de bu ayrıma geldik. Bu yılın zor geçeceğini biliyorduk. Ve Hrant Dink’in ölümü bütün bunlar bilinirken, bir zavallı tetikçiyle açıklanamaz. Bu suikastın, hangi kanlı planın ilk adımı olduğu, teorisyenleri ve pratisyenleri öğrenilmezse yeni cenazeler kaldırmaya da hazırlayalım kendimizi.
Hrant Dink’in katlediliş biçimine özellikle bakmalıyız. Bu infaz türü yani sırtından, başına sıkılan kurşunla yapılan infaz türü 1990’lı yıllarda Güneydoğu’da özellikle Batman’da en sık kullanılan yöntemdi. O zamanlar bu kanlı cinayetlerin altında, bugünkü gibi TİT ya da bir “Abi” değil, “Hizbullah” imzası vardı. Yıllar geçti, konjonktür değişti, bu cinayetler durdu ve “Hizbullah”ın yok edildiği açıklandı. Ama onlarca faili meçhule ilişkin bir tek bilgi ve katil bulunamadı. Acaba “Hizbullah”, “Küçük” bir strateji değişikliği yapıp Güneydoğu’dan Karadeniz’e mi göç etti?
Bu sorunun yanıtını bilenler var kuşkusuz. Biz bilmiyoruz. Bilemeyiz. Bildiğim tek şey;
Hrant Dink’in üstü bir gazete kağıdıyla örtülemez. O’nun kaldırımda yatan bedeni, bugüne kadar arkasından yürüdüğüm bütün cenazeleri anımsattı, bütün yaralarımı yeniden kanattı. Yazılanlar, açıklamalar içimi burkuyor. Bazılarının buna da hakkı olmadığına inanıyorum. O, bağıra bağıra söylerken kulak vermeyenler, onu hedef haline getirenler, “Ermeni dölü” diye manşet atanlar, 301’i savunanlar, çete artıkları tam kadro duruşmalarda hazır bulunurken onu yalnız bırakanlar şimdi susmalıydılar. Utanmalıydılar. Pişkinlikle yaptıkları açıklamaların hiçbiri tetiğe çok daha önce dokunmuş parmakların izini silemez. Şimdi yetkililer en azından, bu çeteleri yaratan mekanizmayı ortaya çıkarmalılar. Bataklığı kurutmaya güçlerinin yetmeyeceğini biliyorum, ama yine de bir yurttaş olarak talep etmekten vaz geçmeyeceğim:
İnsanları sırtından vuran kalleşler, “abi”ler, “reis”ler, “komutan”lar yargı önüne çıkarılmalıdır. Hrant Dink’i göz göre göre ölüme yollamanın sorumluluğunu taşıyanlar istifa etmelidir. Bu ülkedeki sayısız faili meçhulün, suikastın, kitle katliamının hep bakanlık ya da emniyet müdürlüğü dönemine “denk” geldiği bir İçişleri Bakanı, bir kez olsun sorumlu tutulmalıdır. Hrant Dink’i korumayan, koruma vermeyen, yargılanmasını ve ceza almasını sağlayan yasaların mimarı Adalet Bakanı görevden alınmalıdır.
Behiç Aşçı ve iki kadın tutuklunun “şimdilik” yaşamalarını sağlayan F Tipi cezaevlerindeki kısmi düzeltmeyle kimse kendini aklayamaz. Dink’in ölümünün sorumluluğuna bir de Behiç Aşçı’nın ölümünün eklenmesi, kaldıramayacakları bir siyasi ağırlıktı. Mecbur kaldılar. Tıpkı şimdi “301’i geri çekebiliriz” demeye başladıkları gibi. Çünkü seçim sürecine girdik. Ama bu süreç, güç savaşlarının çok sert geçeceğinin de bütün belirtilerini veriyor.
Kısacası yine bir “alacakaranlık kuşağı”ndan geçiyoruz. Biz aydınlığa yöneldikçe, birileri “ulaşılamayan yerlerinde” dünyamızı karartmak için planlar yapıyor. Çünkü “Kurt puslu havayı sever”.
Yine de bir umudum var. Vurulan “Güvercin”in arkasından yürüyen onbinlerce “Hrant Dink” için o günü; ‘suskun kitlenin konuşma’, ‘gücünü hatırlama’, ‘irade koyma kararlılığını ilan etme’ günü olarak görüyorum. Umarım öyle olur. Ve umarım, Türkiye bir gün güvercinlerin güvenle ve özgürce uçabildikleri bir yer olur.
Sayı: 2007 02