“Aidiyet” mi bana uzak, ben mi ona?

0
938

Ne zaman yitirdim… Bulduğum zamanlar oldu mu…

Yaşadığım dünyayı, doğduğum coğrafyayı, yetiştiğim çevreyi, edindiğim ideolojiyi, kazandığım dostları, bıraktığım hainleri, dokunduğum kirlilikleri, koruduğum değerleri, sakladığım idealleri, geri çektiğim mücadelelerimi, yediğim hançerleri, benzeştiğim insanları, yabancılaştığım alanları hepsini, tek tek, yeniden yeniden gözden geçirdim.

“Aidiyet” bana niye uzak, ya da ben ona?

Nereden başlasam?

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilgi göstermekle mi, mesela?

Türkiye’nin tepesine konuşlandırılmış, önünde 24 saat nöbet tutulan bir erk simgesinin tanklı tüfekli sahiplerinin, halkı sanal bir “seçme” oyununa yönlendirip, yetmezmiş gibi bu “sanal seçme”lere, üstelik bir de bizleri cephelere sürülerek dahil etme stratejisine ben de kendimi katmalı mıyım? Ya da köşk-türban ekseninde yaratılıp, arkasına uluslararası oyuncuları alarak sahneye çıkan başroldeki figüranları içim bulanmadan izlemeye mi çalışmalıyım?

Ya da genel seçimlere yoğunlaşmalıyım… Sorumlu bir yurttaş olarak! Ama seçim yapmadığımızı, bize seçiyormuşuz gibi yaptırıldığını bilsem de mi? Ya da bağımsız adaylar çıkartabilirse bu sol ve demokratik kamuoyunun meclise sokabileceği umuduna mı yapışsam?

“Sol” ve “demokratik” ve de “bağımsız” bir aday var mı gerçekten? Koltuktan bile vazgeçip, taburelerine yapışmış, yalnızca birilerinin üzerine sallamak için kalktıkları o taburelerin hacmi kadar yer kaplayanlar mı halkın oyunu alacak? Halk nerede, tabureler nerede?

Kendimi “ait” hissettiğim bu “çevre”lere bile nasıl bu kadar yabancıyım, yabancılaştım, yabancılaştırıldım. Ya da yaşlandım. Artık “eskiden”le başlayan cümle sayım arttı. Evet eskiden, tabureler yoktu, halk vardı. Halkın yüreğinde, içinde, yaşadıkları mahallelerde, ayakkabının tabanına el koyan çamurlu sokakların evlerinde yaşarlardı, yaşardık. Birbirimize dokunur, anlar, acılarımızı, korkularımızı, umutlarımızı birlikte oluşturur, birlikte savunur, birbirimizi sarardık.

Şimdi azaldık!

Hrant Dink de “az”lardandı. Uzaktan bildiğim ama kendimi çok yakın hissettiğim biriydi, Hrant Dink. Herkesle “kavga”sının, sadece “doğru”larını savunmaktan ibaret olduğunu bilmek, yaşadığı çelişkileri, kendini anlatma çabasını, anlatamama sıkıntısını, yaşarken ödediği bedelin yaşamına son verildiği an kadar ağır olduğunu içimde duyuyorum.

Son günlerde “duygudaş”lık yaşadığım ender insanlardan biriydi.

Yoğunlaşabildiğim tek şey, O’nun katledilmesinden bu yana geçen zamana, soruşturmalara ve sorgulara rağmen hala ilk günkü gibi üzerini gazete kağıtlarıyla örtme çabaları.

Radikal milliyetçilik yükseliyormuş! Sadece manipülasyon! O’nu yükselen milliyetçiliğin tetikçileri öldürmedi. Onu, resmi-sivil güçlerin “neo-organizasyon”ları öldürdü. 12 Eylül darbesinden önce bile bu denli güçlü organizasyonlara sahip olmayan “derin devlet”, artık karşımızda silahlı, eğitimli, kontrolleri “görünürde emekli” polis, asker ve generallerin elindeki “güvenlik” şirketleriyle, “milliye” ile biten çeşitli dernekleriyle saf tutuyor.

Bu ülkedeki, yasal olarak kontrolü, denetimi bile yapılamayan, yapılsa da yapılmayacak olan güvenlik şirketlerinin özel güvenlik elemanı sayısının 160 binden fazla olduğunu biliyor musunuz? Kontr-gerilla’nın “sivil” uzantıları “meşru” zeminde ve sistemli biçimde örgütleniyor.

Biz ise azalıyoruz, birbirimize yabancılaşıyoruz, sistemin karşısında olduğumuzu varsayarken, sistem içinde eriyor, kirleniyoruz.

Bense, daha çok yabancılaşıp, daha az kirlenmeye çalışıyorum, belki yabancılaşarak da kirleniyorum.

“Aidiyet” bana az yaklaşıp, çok uzaklaşıyor.

Yani herkes gibi, bu ülkede yaşamaya çalışıyorum.

 

Sayı: 2007 04