450. yıl / 143. yıl

0
437

Yıl 1997, Dünya Çerkes Birliği (DÇB) UNPO’ya (Temsil Edilemeyen Milliyetler ve Halklar Örgütü) başvuruyor ve karar alınıyor ki; 

‘Rusya Federasyonu (RF) ve uluslararası topluluk 19.yüzyılda Çerkes ulusuna soykırım yapıldığını kabul etmelidir; Çerkes halkına sürgün ulus statüsü verilmelidir; Çerkesler’e hem RF hem de yaşadıkları ülke vatandaşlığı olmak üzere çifte vatandaşlık hakkı verilmelidir; RF Çerkes halkının kendi tarihsel topraklarına dönebilme garantisi vermelidir.’  

Yıl 2007, DÇB Adıgeler’in Çarlık Rusyası’na gönüllü katılımının 450. yılı kutlamalarına destek veriyor bilgileri geliyor. Kafkasya’daki Cumhuriyetlerimizin üst düzey yöneticileri ise açık desteklerini veriyor.   

Üzerinde spekülasyonların sürdüğü, kuruluşunda ve başlangıcında olumlu değerlendirilen, ancak ilk başkanının (Yuri Kalmıkov) vefatının ardından devlet kontrolüne girdiği iddia edilen DÇB, 1997 yılındaki UNPO başvurusu ve şimdi 450. yılı destekleyen yaklaşımı ile bir çelişki içindedir. Ancak çelişki değerlendirmesi bize aittir, DÇB yönetimi bunu bir çelişki olarak görmüyor ya da UNPO girişimini geçmişte yapılan bir hata olarak değerlendiriyor olmalı. 

Sürekli işlenen tezlerle 21 Mayıs savaşın bitiş günü olacak, Kafkas – Rus savaşı sadece Kafkas savaşı olacak, Kuzey Kafkasya tarihe karışacak Güney Rusya olacak, “bir kısım Çerkes 1864’te keyfince Osmanlı yolculuğu yapmış”, “yolculuğa çıkmayanlar” ise “anavatan bekçiliği” yapmış olacak. Sonuç olarak Onlar, anavatan bekçileri, ne derlerse o….. 

DÇB üyesi Kafkas Dernekleri Federasyonu’nun (Kaf-Fed) açıklaması yüreklere su serper gibi. Umudumuz açıklamadaki kararlı tutumun sürdürülmesi ve Türkiye diyasporasının 450. yıl konusundaki tepkisinin ortaya konması.  

Moskova’dan yayınlanan bir kararname sonucu gelinen nokta, genel politikaları sorgulamayı gerektirecek kadar önemlidir. 

450 yıl önceki dönemin koşullarına göre olağan bir olay olarak değerlendirilebilecek ve 2006 Eylülü’ne kadar (Moskova kararnamesi yayınlandı) böyle de olan bir olayın, şimdi herşeyin üzerine çıkarılması…. Başka bir tarih yazılmaya mı çalışılıyor? 

Oysa biz öldürüldük, çok azaldık, anavatanımızdan zorla çıkarıldık. Yetmedi, haklar küçük küçük yok ediliyor, Adıgey’de anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı artık Adıgece bilmek zorunda değil, parlamento çoğunluğu için pozitif ayrımcılık yasa olarak artık yok.. Çerkesler’in yaşadıklarının Yeltsin döneminde kabul edilmesi, Putin döneminde ise suskunluğa dayalı inkarla yetinmeyip geri adım attırıcı bir yörüngeye sokulmak istenmesi ile karşı karşıyayız. Ve işte sihirli sözcük. Her gün biraz daha geri adım attırıcı kararnameler, uygulamalar… 

* 

-450. yıl konusunu; ‘Biz dost olarak yaşamak istiyoruz, ne olacak ki 450. yılı da kutlasak’ hafifliğinde ele almak var, 

-’Kutlama törenleri için cumhuriyetlere Moskova’dan para pompalanacak, köstek olunmamalı’  hafifliğinde ele almak da var. 

Sonrasında; 1864 sürgününü (yanlış oldu göçünü) yaşamasa idik, sürgünü yaşatanlar farklı düşünseler ve savaşmasalar, bir şekilde anlaşsaydılar ve ‘sürüldü isek anavatanda kalanlar nedir’ gibi yaklaşımlar da takviye edilerek yeni bir tarih yazılmaya başlanacak, bizi geçmişten ve sonuçta gelecekten koparacak bir tarih.   

* 

1557 lerde feodalizm yaşanıyordu; özetle feodal beyler, köylüler, kölelerden oluşan sınıfsal yapısı ile bir sistem sürüyordu. Dünyanın hemen her köşesinde. Aynı coğrafyadaki küçük feodal birimleri kendine bağlayarak merkezi bir yapı oluşturabilen hanedanlar, bunu kan ve gözyaşı ile yaptıktan sonra başka alanlara yöneliyordu. Onca insanı doyurmak için taze kaynaklara gereksinimleri vardı, yeni askerler edinmek için başka halklar köleleştirilmeli idi, bu vb. amaçlarla insanlar okyanuslar aştı. Dönemin ekonomik koşullarının bir sonucu olarak Çerkesler Mısır’da devlet yapısında söz sahibi oldu. 

Kafkasya gibi merkezileşememiş, kabile düzeyinde feodal ilişkiler yaşayan yerler de vardı, Çarlık ve Osmanlı gibi merkezileşmiş feodal yapısı ile geniş çevreye hükmeden yapılar da. Daha güçsüz ve küçük olan yapıların feodal beylerinin kendilerinden güçlü olana yaslanma eğilimi hemen her yerde söz konusu idi. Savaşarak elindeki yitirmek yerine anlaşarak, vergi vererek, savaşta güç desteği ile yarı bağımsız yaşamını sürdürmek o dönemler için sıkça görülebilen şeylerdi. Sistemin doğası gereği böyle çalışıyordu çarklar. Çarkın işlemesi sırasında evlilikler de doğal olarak karşılıklı anlaşmaların imzası gibiydi. Bizim 450.yıl olayında Goşenay ile İvan’ın evliliği vardır, Kırım konusunda da evlilikler söz konusudur.   

Özetlenen çarkın işleyişinde; küçüklerle büyükler arası savaşlar, anlaşmalar sürüp giderken tarih hep büyüklerin savaşlarını yazdı. Küçük-büyük savaşını, büyüğün tarihini anlatırken “orayı da fethetmişti” diye yazdı. Çünkü pek çoğu Kafkasya’daki gibi onyıllar sürmedi, kısa sürede bitti. Tarihi hep kazananların yazmasıyla resmi tarihten söz eder olduk. 

Kafkasya açısından yakın işgalci güç Kırım idi ve çevresine yayılmaya çalışan Osmanlı, Kırım ile anlaşmasını yapmış, onun hamisi konumundaydı. Biraz daha uzakta olan güçlü ise, kısa vadede işgal değil politik denge peşinde olan Çarlık idi. Belki de doğruydu Çerkesler’in yapmaya çalıştığı ittifak. İttifak, koruma talebi; küçük ve büyük söz konusu olunca ilhak olarak değerlendirilebilir. Sonraları ise Çarlık gerçek tehlike olup kapıya dayanınca da Osmanlı’dan yardım talebi, ilerleyen süreçte İngiltere kraliçesine yazılan destek ve yardım mektubu söz konusu oldu… 

Savaşı dayatır bazen koşullar. Savaşmasalardı diyenlerin bir parça dönemin gelişmelerine bakmaları gerek. 450 yıl önce anlaşabilen bir anlayış 143 yıl önce hadi gerisine gidelim 200 yıl önce de uzlaşabilirdi diye düşünmeli. Feodal beylerin anlaşabilme adına girişimde bulunmadıkları söylenebilir mi? Ancak bu defa güçlünün niyeti 450 yıl önceki gibi değildi, koşullar değişmişti, artık Çarlar ayaklarını sıcak denize sokmak, İran’la ve Osmanlı’yla karadan komşu olmak istiyordu. Karadeniz kıyısı çok önemli bir alandı, kara ve deniz bağlantısı ile her türlü maniplasyona da açıktı ve egemenliğin klasik feodal ilişki ile sürdürülmesi seçeneği yoktu, yerli halkın azaltılması gerekiyordu. Bunu görenler, ‘bir bardak suda tuz olmak istemiyoruz, tuz erir’ demişti.   

* 

Ben de birarada yaşamdan yanayım, kendi kaderini tayin hakkı saklı kalarak. Globalleşen dünya zırvalıkları içinde yitip gitmek istemediğim için güçbirliğinin önemine inanırım. Üstelik çok azım, teknolojinin nimetlerinden birileri kadar yararlanamıyorum, silahım ve askerim de yok. Enayi miyim savaş isteyeyim, enayi miyim savaşı körükleyeyim. Atalarımın yaşadığı acıları bile bile üstelik. Bir arada ama eşit yaşamdan söz ediyorum. Bunun kimliğimin ve kültürümün geleceğe taşınması ile yakından alakalı olduğunu söylüyorum. Bu demokrasi istemektir ve ancak katı yönetimlerin zorla bastıracağı bir anlayıştır. Bunun reddi ile yaşam hakkı tanınmamış oluyor. Bunu savunmak ise savaş çığırtkanlığı, şairin dediği gibi ben öyleyim demek durumundayım.   

* 

Konu politik bir manevra ile geçiştirilebilecek bir konu değil, sıralanan olgular nedeniyle atılan adımlara özen gösterilmesi, belki de dönemin RF Adalet Bakanı iken Moskova’nın Çeçenya özeli ve Kafkasya geneli politikalarına karşı duran ve savaşı önleyemediği için onurla istifa eden Yuri Kalmıkov’u anımsamalı. 

 

Sayı : 2007 07