“Avrupa Değerleri ile Türkiye’ninkiler Arasındaki Fark Giderek Açılıyor”

0
429

Türkiye’deki erken seçim sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu seçim sürecinde, AKP’i ve AKP’ye karşı olanlar olmak üzere iki kutup oluştu. Ben bu süreci daha çok liberal demokrat çerçevede değerlendirerek, AKP gibi bir partinin, Türk siyaset sahnesini bir daha dönmemek üzere terk etmesi gerektiğini düşünüyorum. İktidar döneminde gördük ki, AKP’nin temel felsefesinin, gerçek anlamda, liberal demokrat değerleri benimsemesi hiçbir şekilde mümkün değil. Bu seçimlerde görebildiğim kadarıyla, Türkiye’nin sorunları ertelenmiş durumda. AKP’yi isteyenlerle ona karşı olan diğer kutup, laiklik ekseni çerçevesinde karşı karşıya geliyor. Aslında, laiklik olmadan demokrasinin savunulması mümkün değildir. Ama sadece laikliği savunmak da yeterli değil. Siyasi partiler öncelikle demokrasiyi savunmalı. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)- Demokratik Sol Parti (DSP) birlikteliğinin, AKP’nin yumuşak karnı üzerinden politika yaptığını ve demokrasiyi tam anlamıyla savunmadığını düşünüyorum. Çünkü birçok konuda dile getirdiği görüşler, evrensel standartlarda demokratik değerlerle uyumlu değil. Ben bu bağlamda, örneğin gerçek demokrasiyi savunan bağımsız adaylardan Baskın Oran’ın meclise girmesinin yararlı olacağı görüşündeyim.

Madem bu ülkede liberal demokrat fikirler, demokrasiyi tam anlamıyla çağdaş anlamda uygulamak isteyen kişiler var, onların da partileşip karşımıza gelmesi gerekiyor. Ama bunu yapmış veya yapabilmiş değiller. Eski partiler yine adaylarını vitrine koyup, oy istiyorlar. AKP’nin belirli bir çizgisi var. Vitrinine kimi koyarsa koysun temel felsefesi belli. AKP, bugün liberal demokrat ilkeleri savunmakla birlikte, bu ilkelerden kendi tabanına uygun olanları savunan, diğerlerini bir kenara atan bir parti. Bunu, iktidarı döneminde hep birlikte gördük. Bu ülkede laiklik değil, neden demokratik standardımızın düşük olduğu tartışılmalı. Türkiye’de bunca yılık laik demokrasi tartışılıyor, kentlerin bazı yerlerinde kırmızı bölgeler oluşturuluyorsa, bir adım ilerlememişiz demektir. Oysa, tartışacak o kadar çok şey var ki. Bir kere, 1982 Anayasası’nın Temel Hak ve Özgürlükler bölümü, çağdaş demokratik standartlarla bağdaşmıyor. Bu bağlamda, örneğin ifade özgürlüğü çağdaş ilkelere oranla fazla kısıtlanıyor. Atatürk, her şeyden önce, çağdaş uygarlığı ve değerleri savunan bir liderdi. Eğer yaşıyor olsaydı, bugün bu konuda eksikliklerimiz olmazdı. Ne var ki kendilerini “Atatürkçü” olarak niteleyen dernekler bu değerleri savunmak gibi bir kaygı içinde görünmüyor. Böylesine garip bir siyaset gündemimiz var kısacası. Bu bağlamda ben bu seçimin Türkiye’nin sorunlarını çözebilecek siyasi bir tabloyu ortaya çıkaracağını düşünmüyorum. Aksine, gerçek sorunların çözümünün beş yıllığına gelecek yeni parlamentoya ertelendiği görüşündeyim. Ancak, yeni parlamentonun bile Cumhurbaşkanı seçip seçemeyeceği henüz belli değil. Dolayısıyla yeni bir erken seçim bile gündeme gelebilir.

Türkiye’de laiklik tartışmalarının paralelinde gündemden düşmeyen bir konu da başörtüsü sorunu… Üniversitelerde başörtüsünün serbestliği konusunda ne düşünüyorsunuz?

Başörtüsü üniversitelerde serbest kalmalıdır. Siyasi sistemimiz gibi, üniversitelerdeki yönetim modelimizi de Fransa’dan aldık. Bu konuda neden kraldan çok kralcı olmak gerekiyor? Üniversiteler özerktir. Kamusal alan değildir. Ama başörtüsü konusu da bununla sınırlı kalmalı doğal olarak. Kuşkusuz, Türkiye’nin çözümlemesi gereken çok daha önemli sorunları var.

1982 Anayasası, Avrupa değerleri ile bağdaşıyor mu ?

1982 Anayasası her yönden eskimiştir. Her şeyden önce, daha önce anlattığım yeni evrensel demokrasi ilkelerini benimseyen bir yaklaşımla kaleme alınmamıştır. Bu nedenle, Türkiye’nin anayasasındaki temel hak ve özgürlüklerle ilgili bölümün Avrupa kriterlerine uydurulması gerekiyor. Avrupa derken Avrupa Birliği’ni kastetmiyorum. Yukarda belirttiğim gibi, kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin değerleri bunlar. Hal böyleyken, birileri kalkıp, iyi kötü çalışan klasik parlamenter sistemimizi, sorunlarımızın tek nedeni olarak gösteriyor. Türkiye’nin sorunu, Cumhurbaşkanı’nı doğrudan halkın seçtiği Başkanlık veya Yarı-Başkanlık sistemine geçmek değil, Anayasası’nın “Temel Hak ve Özgürlükler” bölümünde evrensel standartlara uygun demokratik ilkeleri benimsemektir.

Türkiye’de Strazburg Kriterlerine dair bir gündem yok. Ortada görünen bu çelişkiler nasıl gündeme getirilebilir?

Kopenhag Kriterleri çerçevesinde siyasi kriterlerin yerine getirilmesi isteniyor. ‘Ağzımızla kuş tutsak bizi kabul etmiyorlar’ deniliyor. Mesele bu değil. Türkiye bu değerlere uymak zorunda. Üstelik gerçekten Atatürkçü ise, O’nun çağdaşlaşma ilkesi çerçevesinde bu değerleri benimsemek durumunda… Oysa, şimdilerde çağdaş değerler olarak, Atatürk’ün yaşadığı dönemin değerleri savunuluyor. 1920’erde, 1930’arda değiliz ki. Atatürk eğer yaşasaydı ve siyasi gündemimizdeki tartışmaları duysaydı ‘siz ne yapıyorsunuz?’ derdi kuşkusuz. Demokratikleşme konusunun gündeme gelmesinde, doğal olarak, medyanın üstüne büyük görev düşüyor kanısındayım.

Sizce Kürt Sorunu ile ilgili nasıl çözüm üretilebilir?

Sorunun iki yönü var kuşkusuz: Kürt sorununun özü ve terör sorunu. Önce, üzerinde herkesin mutabık olduğu PKK terörü sorunundan başlarsak, terörle mücadele konusunu ele almamız gerekir. Bu bağlamda, demokratik hukuk devleti olarak demokratik bir terörle mücadele politikası izlemek şarttır. Terörle mücadelede 1970’i yıllarda geliştirilmiş olan modern yöntemler denenebilir. Bu bağlamda, İspanya’nın Türk kamuoyuna tam olarak yansıtılmayan terörle mücadele modeli var. Bu model, aslında, siyasi partiler arasında imzalanmış bir anlaşmaya (Pakt) dayanıyor. 1988 yılında, Bask Ülkesi Euskadi’nin özerk parlamentosunda temsil edilen merkezci ve milliyetçi partiler bu anlaşma ile teröre karşı bir araya geldi. Anlaşmaya katılımın tek koşulu, sadece teröre karşı olmaktı. Teröre karşı ayrılıkçı partileri de içine alıyordu, başka bir deyişle. Katılmayan da ETA’nın siyasi kolu Batasuna veya o zamanki adıyla Herri Batasuna olmuştu zaten.

Model, esas itibariyle, “kesin silah bırakma karşılığı yasal siyaset olanağı tanıma” ilkesine dayanıyor. Terör örgütü, kendini feshederse veya militanları kesin silah bırakırsa, cezalarında belirli bir indirim ve seçilme haklarından mahrumiyetin kaldırılması öngörülüyor. İspanya, bu yöntemle, daha 1982 yılında, o zaman iki tane olan ETA’dan birini, siyasi-askeri denilen ETA-PM’yi feshettirmiş ve yasal siyaset içinde eritmişti. Yasal siyaset deyince, demokratik bir anayasa gereğini de vurgulamak gerek. Çünkü ayrılıkçı teröristin, silah bıraktıktan sonra yapacağı siyaset, ayrılıkçı nitelik taşıyacaktır kuşkusuz. 1978 İspanyol Anayasası, hem böyle bir siyasete imkan veren ölçüde çağdaş bir ifade ve örgütlenme özgürlüğü, hem de yerel düzeyde siyaset imkanı tanıyan özerklikler sistemi getirmiştir.

Türkiye’nin durumu, birçok bakımdan, İspanya’dan farklı kuşkusuz. Öncelikle anayasa sistemi bakımından… Fransa gibi merkeziyetçi üniter anayasa geleneğimiz var. Bu da, daha 1930’u yıllarda, Franco diktatörlüğünden önceki II. Cumhuriyet döneminde üç bölgeye özerklik statüleri tanımış olan İspanya gibi, özerklik sistemine kolaylıkla geçemeyeceğimizi gösteriyor. Ancak, yukarda belirttiğim gibi, Türkiye’nin, üniter merkeziyetçi, demokratik bir hukuk devleti olarak, ifade ve örgütlenme özgürlüğü açısından evrensel standartlara uyması gerekir. Bu çerçevede, İspanya’nınkine benzer bir terörle mücadele yöntemi benimseyebilir doğal olarak. Aslında, Sayın Ağar’ın “düz ovada siyaset” söylemi, kamuoyunda böyle bir yaklaşımı yansıtır şekilde algılanmıştı. Ama bu söylemi, nedense geliştirerek objektif ölçütlere oturtamadı. Oysa, Türkiye terörle mücadelesini evrensel temellere oturtmalıdır. Bu da, terör örgütünün ve teröre destek veren çevrenin daraltılması anlamına gelir. Ancak, böyle bir politika için ifade ve örgütlenme özgürlüğünün evrensel kriterlere uygun hale getirilmesi gerekir ki bu da anayasa değişikliği gerektiriyor haliyle…

Kürt sorunun özüne gelince, konuya şöyle yaklaşmak gerekir kanımca. Bir kere, yukarda belirttiğim gibi, Türkiye küçük bir Fransa örneği. Anayasa felsefemiz gibi, idari hukuk sistemimiz de Fransa’dan örnek alınmış. Fransa ülkesinde mevcut azınlıkları hiç tanımaz. Aslında bu, o kadar da önemli değil. Azınlık resmen tanınmasa da, genel çoğunluk içerisinde kimi etnik, kimi dinsel, kimi dilsel veya kültürel birtakım farklılara sahip vatandaşlarınız vardır. Önemli olan bu vatandaşlara ayırımcılık uygulanmamasıdır. Başka bir deyişle, bir devlet, yukarıdaki çerçevede farklılıkları olan vatandaşlarının bu farklılıklarını yaşamalarını yasaklar ya da bölücülük olarak tanımlarsa, buna bağlı sorununu çözemeyecektir. Kürt sorununu bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Türkiye’deki etnik veya farklılıkları olan unsurlar kimliklerini yaşayabiliyorlar mı?

Farklılıkları olan vatandaşlarına yaklaşım konusunda, Türkiye’de Avrupa değerlerini tümüyle özümsememiş olmaktan kaynaklanan bir sıkıntı var. Yasalar önünde eşitlik, ayrımcılık yapmama (non-discrimination) ilkesine uyum için yeterli görülüyor. Alt kimlik denilince, bunun ulus birliğini bozan ayrılıkçı bir kavram olduğu düşünülüyor. Bu alt kimliklerin millete dönüşeceği ve bölünme tehlikesi yaratacağı endişesi yaşanıyor. Bu nedenle, Türkiye’de bazı kesimler ‘mozaik’ kelimesine çok kızıyor. Hele bir de, farklılıkları olan vatandaşlara, ortak özellikleri esas alınarak, “azınlık” denilince, hemen bölünme senaryoları üretiliyor. Oysa bu yaklaşım eski. Hukuken baktığımızda, ortada azınlık yok elbette. Hukuken tanınan resmi azınlıklar ya ülkelerce ya da uluslararası sözleşmelerce kabul ediliyor. Yukarıda değindiğim gibi, Fransa ülkesinde yaşayan hiçbir azınlığı tanımıyor. Türkiye’de resmen tanınan azınlıklar, Lozan Antlaşması uyarınca, gayr-i Müslim vatandaşlarımızdır. Ancak bu, ne Fransa’da sosyolojik anlamda azınlık olmadığı, ne de Türkiye’de farklılıkları olmayan Müslümanlar bulunmadığı anlamına gelir. Ben azınlık sözcüğünü sevmiyorum. Konuya biraz Fransız hukukuna benzer şekilde bakıyorum. Fransız içtihadı konuya şöyle bakıyor özetle: Madem ki herkes özgürdür ve yasalar önünde eşittir, o zaman farklılıkları olan vatandaşların bu farklılıklarını kullanmaları engellenmemeli. Örneğin bir devlet, anadili farklı olanların, anadilini kullanmasının ya da öğrenmesinin önüne engel koyuyorsa, bu farklılıklara sahip olan vatandaşlar, farklılıkları olmayanlar kadar özgür değildir. Yasalar önünde eşit olsalar bile farklılıkları olmayanlarla eşit değillerdir. Bu eşitsizlik de sonuç itibariyle Fransa Anayasası’na aykırıdır. Fransız içtihadı böylelikle bir tür farklılık hakkı oluşturmuş bulunmaktadır. Ben benzeri bir yaklaşımın, Türk yargısınca da benimsenebileceği kanısını taşıyorum. Hukuk bir yana, herkesin aynı şeyi düşündüğü tekil bir toplum pek de ideal değildir. Farklılıklar özünde bir toplumun zenginlik kaynağıdır. Kürtler gibi Çerkesler de Türk toplumunun zenginlik kaynağıdır doğal olarak.

Anadilin öğrenilmesi hukuki bir zorunluluk mu?

Elbette, Avrupa Konseyi üyeleri er geç bu ilkeyi benimsemek durumunda. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) belgeleri bir yana, Avrupa Konseyi çerçevesinde anadil konusunda, Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Antlaşması ve Avrupa Bölgesel Dilleri veya Azınlık Dilleri sözleşmeleri var. Bu uluslararası belgelerde, anadilin öğretilmesi gibi farklılıkları tanıyan hakların bir ülkenin bölünmesi amacıyla kullanılamayacağı kayıtlı. Bunların, Birleşmiş Milletler Yasası çerçevesinde sadece sömürge altındaki halklara tanınmış kendi kaderini belirleme (otodeterminasyon) hakkıyla bir ilgisi yok. Ancak her ne hikmetse, bu konuda Türk kamuoyuna doğrular değil, kaygılar aktarılıyor. Bunu büyük partilerin tümü yapıyor nedense. Böylesine anlamsız bir politikayla bir yere varılması mümkün değil. Çünkü Avrupa değerleri ile Türkiye’deki değerler arasındaki fark giderek açılıyor. Belki yinelemek durumunda kalıyorum ama, böyle bir noktaya gelmek, bence Atatürk’ün hiç istemeyeceği bir şeydi.

Toplumsal mutabakata dayalı yeni bir Anayasa gerekli mi? Ülkenin üniter yapısına zarar verir mi?

İspanya’nın şu anki anayasası 1978 tarihli. Francisco Franco’nun ölümünden sadece üç yıl sonra benimsenen ve toplumun geniş bir kesiminin mutabakatına sahip bu Anayasa’nın ülkeyi bugün ne kadar saygın bir konuma getirdiği ortada. Ayrıca belirtmem gerekir ki bu anayasa terör eylemlerinin tırmandığı bir dönemde yapıldı. Askeri darbe kışkırtıcılığı yapan ETA’ya, Francocu Ordu mensuplarının tehditlerine karşın, böylesine demokratik, özgürlükçü bir anayasa yapılması engellenemedi İspanya’da.

Türkiye’de bugün, ülke PKK terörünün pençesinde olduğu gerekçesiyle demokratikleşmeye ve çağdaş evrensel değerlere dayalı yeni bir sivil Anayasa yapılmasına karşı çıkılıyor. Hem de bu yaklaşım yıllardır sürdürülüyor. Sonuçta, PKK terörü sonlandırılmış olmadığı gibi, AB sürecinde yapılan siyasi reformlar bile eleştiriliyor.

Toplumsal mutabakata dayalı yeni bir Anayasa yapılmasının ülkenin üniter birliğine zarar vereceğini ileri sürmek, bu ülke vatandaşlarına güvensizliğin ötesinde hakaret niteliği taşır bence. Hiç gereği yokken klasik parlamenter rejimin yerine Başkanlık seçimini öngören anayasa değişikliğini halkın oyuna sunmak için yarışan siyasi partiler, konu demokratik temel hak ve özgürlüklere dayalı bir Anayasa yapmak olunca neden bu kadar isteksizler acaba?


Akın Özçer Kimdir?

Saint Joseph Lisesi ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Akın Özçer, 1978’de girdiği Dışişleri Bakanlığı’nda en son Lyon Başkonsolosu olarak çeşitli iç ve dış görevlerde bulundu. Özçer, 1994 – 98 yılları arasında Madrid Büyükelçiliği’nde müsteşar olarak görev yaptı. 2006 yılında Lyon’dan dönüşünde, “Müktesebatına ve niteliklerine uygun bir perspektif göremediği” gerekçesiyle dilekçe vererek Dışişleri Bakanlığı’ndan ayrıldı ve emekli oldu. Türkiye’de İspanya’yı en iyi tanıyan uzmanlardan biri olan emekli diplomat Akın Özçer’in “Çoğul İspanya: Anayasal Sistemi ve Ayrılıkçı Terörle Mücadele Modeli” (İmge, 2007), “Euskal Herria: İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği Cilt: 1 (1895-1975) ve “Euskal Herria: İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği Cilt: 2 (1976-1999)” (Doğan Kitap 1999) adlı üç kitabı bulunuyor. PKK sorununun çözümüne ilişkin olarak İspanya’nın terörle mücadele modelini örnek gösteren Özçer’e, Türkiye’nin seçim süreci, Avrupa Birliği (AB) ilişkileri ve etnik unsurlar üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Sayı : 2007 07