Çerkesler Kimdir ya da Kimdi?
Ne zaman Çerkesler’e olan ilgimden söz etsem, bana genellikle bu soru sorulur. Kafkasya’daki uzmanlar dışında Batı dünyasında çok az insan (Ortadoğu’da ise daha çokları) Çerkesler’in kim olduğunu, nereden geldiklerini veya onlara ne olduğunu hatırlar. Neredeyse unutulmuş bir halktırlar. Hiçbir güncel haritada “Circassia[1]” diye bir yere rastlayamazsınız. Eğer Rusça’da Circassian kelimesine karşılık olarak (Türkçe’den alıntı olan) Çerkes’in kullanıldığını biliyorsanız, Rusya’nın güneyindeki Karaçay-Çerkes otonom bölgesinin bu halkla bağlantılı olduğu fikrine yaklaşabilirsiniz. Bu bölge aslında tarihi Çerkesya’nın kuzeyinde bulunur. Burası, anavatanları Çarlık tarafından fethedildikten sonra bazı Çerkesler’in yerleştirildiği bir yerdir. Ayrıca ismi de yanıltıcıdır, çünkü teorik olarak Türk Karaçay halkı ile paylaştıkları bu ismin ifade ettiği bölgenin yarım milyonluk nüfusunun ancak %10’unu oluştururlar. [2]
Belki siz de benim gibi eski haritaları incelemekten hoşlanıyorsunuzdur. O zaman 19. yüzyıl başlarındaki bir Rusya haritasına göz atın, göreceksiniz ki Kuzeybatı Kafkasya’da Çerkesya adında bir ülke var. Karadeniz’in kuzey-batı sahil şeridinden, Kuban nehrinin güneylerine kadar uzanan, o zamanki Rus İmparatorluğu’nun güney sınırını oluşturan bölgedir burası. Ayrıca 19. yüzyıl dönemi batılı gezginlerin kitaplarında Çerkesya’ya rastlayabilirisiniz. Fransız konsolosu Gamba (1826), İngiliz maceraperest James Bell (1841), Fransız de Hell çifti (1847), Amerikalı George Leighton Ditson (1850) ve Hollanda konsolosu de Marigni (1887)… Ve eğer daha da geriye giderek 18. yüzyıl ortalarında çizilmiş bir haritayı incelerseniz, Kuban nehrinin her iki kıyısında, Azak denizinin doğusundaki vadide, Kuban ile Don nehirleri arasında, Osetya ve Çeçenya sınırlarına uzanan, Kafkas dağlarına yükselip, Karadeniz kıyısı boyunca Azak Denizi körfezinden Abhazya’ya kadar uzanan kalın harflerle yazılmış Çerkesya adını görürsünüz.[3] Çerkesya, Çar’ın fethinden önce 55.663 kilometre karelik bir bölgeydi -Danimarka’dan daha büyük bir alan- ve 2 milyonu aşan bir yerli nüfusa sahipti.[4]
Çerkesler’in kökleri M.Ö 8. yüzyıla Bosfor Krallığı’na ve hatta M.Ö 1500 yılında Azak denizi kıyısında bulunan Kimer İmparatorluğu’na dek gider. Eski Yunanlılar’la, özellikle Atinalılar’la, yakın kültürel ve ticari bağları vardı. Hatta olimpiyatlara bile katılmışlardır. Tanrıları da Yunan tanrılarına benzer: Şi-bla, Şimşek Tanrısı, onların Zeus’udur… Tlepş (Demir ve Ateş Tanrısı) onların Hepaistos’udur[5]… Tarihin çoğu döneminde çiftçilik ile uğraşmış bir halktırlar. Feodal ve ataerkil toplum yapıları içinde, prensler, asiller, özgürler ve köleler vardı. Rivayetlere göre zamanla sayıları ve çeşitleri değişen kabilelerden oluştukları da söylenir. Bu kabilelerin çok yakın ilişkide olması; bunların etnik gruplar ya da alt-etnik gruplar olarak kabul edilmemesinin sebebidir. Çerkes kimliği, kişinin en yakın akrabasından başlayarak tüm Çerkes ulusuna (ya da tercih edilirse proto-ulusuna) kadar uzanan, seri halinde içiçe geçmiş akraba gruplarını bir bütün olarak ifade etmek için kullanılırdı. [6]
Çerkesya 5. ve 6. yy da Bizans etkisiyle Hıristiyanlaştırılmıştır. Kuzeydoğu Kafkasya’da Dağıstan 8. yy da İslamlaştığı halde Çerkesya uzun süre İslam ve Arap etkisine uzak kalmıştır.[7] 16. yy dan sonra Gürcistan’la ittifaka girdiler: Gürcüler ve Çerkesler kendilerini Müslüman denizinde tek Hristiyan adanın hakimleri olarak gördüler ve birlikte Rusya’dan koruma talep ettiler. Çar Korkunç İvan’ın karısı Çerkes’ti. Çerkesler arasında İslam etkisine 17. yy.’dan önce rastlanmaz ve ancak 18. yy’da Rus işgalinin tehdidi altındayken, Osmanlı Türkleri ve Kırım Tatar Hanlığı ile savunma ittifakı kurmak adına, İslam’ı kabul etmişlerdir.
Çerkesler 1763’ten 1864’e dek, 100 yıldan fazla süreyle (diğer Kafkas halklarından, hatta Çeçenler’den bile daha uzun süre) Rus işgaline karşı savaşmışlardır. 1860’lardaki son yenilgileri, katledilmelerine ve çoğunluğunun öldüğü Karadeniz yolculuğu ile Türkiye’ye zorla sürülmelerine yol açmıştır. Ayrıca birçok Çerkes’den, Osmanlılar tarafından, Balkanlar’daki asi Sırplar’ı bastırmak için yararlanılmış ama çoğu daha sonra tekrar Anadolu’nun iç taraflarına yerleştirilmişlerdir.
O zamandan bu yana Çerkes halkının çoğu -neredeyse % 90’ı- Türkiye’de, Ürdün’de ve Ortadoğu’nun diğer yerlerinde sürgünde yaşamaktadır. Kalanlar, bugün Rusya’da ve eski Sovyet coğrafyasında, toplam nüfusları sadece 300-400 bin civarında, izole edilmiş küçük gruplar halinde varlıklarını sürdürmektedirler. Boşaltılmış ve harap edilmiş olan Çerkes topraklarına Çar rejiminin son dönemlerinde Ruslar, Ukraynalılar, Ermeniler ve diğer sömürgeciler yerleştirildiler. Ardından Abhazya’ya çok sayıda Gürcü yerleşti. Yakın dönemde Abhaz-Gürcü savaşıyla sonuçlanan gerilimin nedeni de budur. Abhaz Gürcü savaşı da 19. yüzyılda yaşanan Çerkes travmasının türevlerinden biri olarak değerlendirilmelidir.
Katliam ve Sürgün
97 yıl süren savaşlar sonunda Çerkesler’e boyun eğdiremeyen Rus hükümeti, 1860 yılında, onları imparatorluğun başka bölgelerine veya Türkiye’ye kitlesel göçe zorlamaya karar verdi. Bu politikayı uygulama görevi General Yevdokimov’a verildi. General, Kazak süvariler ve piyadelerle Çerkesya’nın işgal edilmemiş bölgelerine kadar ilerledi. İlk girdiği kuzeydeki bölgelerde yaşayan Çerkesler ona boyun eğdi ve aynı yıl herhangi bir direniş göstermeden 4000 aile Kuban koyundan deniz yoluyla Türkiye’ye doğru yola çıktı. Ancak güney-doğuda yaşayan kabileler direnmek için hazırlandılar.[8] Günümüzde Karadeniz’in popüler tatil beldesi Soçi kentinin bulunduğu bölgede Abadzeh, Şapsığ ve Ubıhlar bir meclis oluşturarak Osmanlı Devleti’nden ve İngiltere’den umutsuzca yardım istediler.
Eylül 1861’de, Çar II. Alexander bu olaylara en yakın Rus kasabası olan Yekaterinodar’a bizzat giderek Çerkes liderlerinden bir delegasyonla görüştü. Çerkes Liderleri, Rus bölükleri ve Kazaklar’ın Çerkes toprakları dışına çıkması yani Kuban ve Laba nehirlerinin ötesine geçmesi halinde Rus hükümdarlığını tanımaya hazır olduklarını bildirdiler. İstekleri reddedildi. Abadzehler kendilerine teklif edilen daha kuzeydeki topraklara (bugünkü Adigey Cumhuriyeti halkı onlardan gelir) geçmeyi kabul ederken diğer kabilelerin şefleri kabilelerinin yer değiştirmesini reddettiler.
1862 baharında yer değiştirmeyi reddeden bu kabilelere ardı ardına askeri operasyonlar düzenlenmeye başlandı.[9] Rus askerleri sistemli bir şekilde Çerkes köylerini yaktılar. Tüm Şapsığ köyleri istisnasız yakıldı, tarlalardaki ürünler Kazak atlarının toynaklarının altında talan edildi.[10] Çar’a itaat etmeyi kabul edenler Rus idarecilerin kontrolü altında kuzeydeki ovalara yerleştirilmek üzere yola çıkarken karşı çıkanlar sınır dışı edilerek Türkiye’ye gönderilmek üzere deniz kıyısına götürüldüler. Çok sayıda kadın, erkek ve çocuk da yakılan köylerinden kaçıp sığındıkları ormanlarda ve dağlarda açlıktan öldü.
Çerkes tarihçi Shakuet, Şapsığ ve Abadzeh bölgelerini işgal ettikten sonra General Babich’in birliklerinin sahil boyunca güneye doğru köyleri talan ederek ilerlediğini şöyle anlatır:
Ubıh toprakları sınırındaydılar. Goitkh geçidi tarafından bir başka birlik de onlara katıldı. Küçük Ubıhya, Çerkes özgürlüğünün son kalesi olmuştu. Vubıhlar mücadeleyi uzatmak için son bir hamle yaptı ama Ruslar halkayı iyice daraltmıştı. Rus birlikleri güneyden Ubıh topraklarının tam kalbine yerleşmişti. Kuzeyden ise, 3 birlik dağlardan ve deniz kıyısından ilerliyordu. Son direniş de kırılmıştı.[11]
Bir başka Çerkes tarihçi Trakho hikayeye şöyle devam eder:
Orada sadece küçük kıyı kabileleri kalmıştı: Pskhu, Akhçipsi, Aibga ve Ciget. Mayıs 1864’te bu kabileler neredeyse son erkeğine, kadınına ve çocuğuna kadar imha edildiler. Bu durumu gören ülkenin dört bir yanındaki Çerkesler çaresizlik içinde kendilerini Aibga vadisine attılar. 7-11 Mayıs tarihleri arasındaki dört günlük sürede Ruslar’a büyük kayıplar verdirilerek geri püskürtüldüler. Daha sonra ağır topçu saldırıları başladı, küçük vadiye ateş ve duman püskürtüldü. Savunmacıların hiçbiri canlı kalmadı. Bu küçük vadinin ele geçirilmesi, Çerkes halkının uzun trajedisinin dağlardaki en son eylemidir. 21 Mayıs’ta büyük prens Mikhail Nikolaevich birliklerini toplayarak şükranlarını ifade etmiştir.[12]
Bu son planlı kıyım savaşı hakkında Shauket şöyle der.
Son mücadele Maykop’a yakın Karadeniz kıyısındaki Akçip kasabası yanındaki Khodz vadisinde (Aibgo) olmuştur. Bu taşlık ve dağlık arazi Rus ilerlemesinden korunmak adına kadın ve çocukların yerleştiği son kaleydi. Kadınlar mücevherlerini göle attılar, anavatanlarını ve onurlarını korumak adına ölümü göze alarak erkeklerle omuz omuza savaşmak, mücadele etmek, sırf Ruslar’ın elinde esir olmamak için kollarını sıvadılar. İki taraf tarih boyunca benzeri görülmemiş bir katliamla sonuçlanan korkunç bir savaşta buldular kendilerini… Çerkesler için bu savaşın nesnesi zafer ya da başarı kazanmak değildi artık; bir umudu kalmamış onurlu bir yaşamı terketmek ve onurlu bir şekilde ölmekti… Bu mücadelede kadınlar ve erkekler acımasızca katledilmişlerdir ve kandan nehirler akıyordu ki bu şöyle ifade edilmiştir: “Cesetler bir kan denizinde yüzüyordu. ”Üstelik Ruslar hala yaptıklarından dolayı tatmin olmamıştı ve içgüdülerini doyurmak için hayatta kalan çocukları canlı hedef olarak kullandılar.”[13]
28 Mayıs’ta Türkiye’ye sürgün başladı. Bu sürgün korkunç şartlar altında yapılıyordu. Rus tarihçi Berzhe, Çerkesler’in kıyıda sürgünü beklerler neler yaşadıklarına tanık olmuştur:
Novorossisk koyunda kıyıda toplanmış yaklaşık 17.000 dağlının üzerimde yarattığı bunaltıcı etkiyi asla unutmayacağım. Yılın en fırtınalı ve soğuk zamanı olması, her türlü imkandan yoksun olmaları, tifüs ve çiçek salgını onların şartlarını daha da umutsuzlaştırıyordu. Örneğin; açık havada nemli bir paçavrada uzanmış genç bir Çerkes kadının henüz sertleşmiş cesedi üzerinde iki küçük çocuğundan biri açlığını bastırmak için ölü annesinin memelerini emmeye çalışırken diğerinin can çekişiyor olmasını görmeye hangi yürek dayanabilir? Ve ben böyle sahneleri az görmedim. [14]
Bu kabustan sağ kurtulanlar, Rus askerleri tarafından, küçük Türk ve Yunan gemilerine ve mavnalarına, kapasitelerinin çok üzerinde sayılarda bindirildiler. Bunlardan çoğu battı ve yolcular açık denizde boğuldu. Hayatta kalanları Türkiye’ye vardıklarında bekleyen şartlar da daha iyi değildi. Türk hükümeti tarafından mültecilerin karşılanması ve yerleşimi için yapılan düzenlemeler hiç de iyi değildi. Moshnin (Trabzon Rus büyükelçisi) şöyle der:
Yaklaşık 6000 Çerkes Batum’a indi ve 4000 kadarı sınırdaki Çürüksu’ya gönderildi. Hepsi açlık ve hastalıktan kırılmak üzereydiler. Ölüm oranı ortalama günde 7 kişiydi. 240.000 kadar sürgünzede Trabzon ve çevresine vardı, bunların 19.000 kadarı öldü. Yani ölüm oranı günde 200 kişi. Bu sürgünzedelerin çoğunluğu Samsun’a gönderildi. 63.290’ı Trabzon’da kaldı. Giresun’da yaklaşık 15.000 var. Samsun ve çevresinde ise 110.000 den fazla kişi var… Ölüm oranı günde yaklaşık 200 kişi. Tifüs hızla yayılıyor. [15]
O halde kaç Çerkes cephede, katledilerek, boğularak, açlıktan ve hastalıktan ölmüştür? Rus işgali öncesinde Çerkesler (Abhazlar dahil) 2 milyon kadardılar. 1864’e dek Kuzey-batı Kafkasya’nın neredeyse tamamı yerli halkından arındırılmıştı. 120-150.000 kadar Çerkes, Rus hükümeti tarafından belirlenen imparatorluğun başka bölgelerine yerleştirilmişti. (1897 sayımlarına dek Rusya’da 217.000 Çerkes vardı.) Brooks’a göre 500.000 kadar Çerkes Türkiye’ye sürülmüştü.[16] Ayrıca 1858’de 30.000 aile (belki 200.000 kişi) sürgün öncesinde gönüllü olarak göç etmişti. Buna denizde ölenleri ve karaya çıktıklarında ölenleri eklesek bile asıl nüfusun yarısından çoğuna ne olduğu açıklanamamaktadır. 1860’lardaki Çerkes felaketinde ölenlerin sayısı bu nedenle 1 milyondan az olamayacağı gibi 1.5 milyon civarında olduğu düşünülebilir.[17]
[1] Circassia İngilizce’de Çerkesya anlamına gelmektedir. Ç.N.
[2] Bu değer, Karaçay-Çerkes Özerk Bölgesi nüfusunu 415.000 kişi olarak veren 1989 Sovyet nüfus sayımı sonuçlarından alınmıştır. (Goskomstat SSSR, Natsional’nyi sostav naseleniya SSSR po dannym vsesoyuznoi perepisi naseleniya 1989. (Moscow, 1991), 42. Eğer Çerkesler’e yakın bir halk olan Abazinler de sayılırsa oran yüzde 16’ya yükselmektedir. Nüfusun geri kalanının Karaçaylar, Ruslar, Nogaylar ve diğer etnik gruplar oluşturmaktadır. Çerkesler kendi dillerinde halklarına Adige demektedirler.
[3]Abhazlar, Abazalar ve neredeyse yokolmuş Ubıhlar gibi, bazen Çerkes olarak bazen de değillermiş gibi sayılırlar. Çerkesler’le çok yakın halklar olduklarından ben onları Çerkesler’e dahil ediyorum.
[4] Bu değerler Çerkes tarihçisi R. Trakho’nun, Cherkesy (Çerkesler-Kuzey Kafkasyalılar) (Munich, 1956), 113, eserinden alınmıştır. Tarih boyunca çeşitli zamanlarda Çerkesya daha kuzeye, Azak Denizi ardındaki topraklara kadar genişlemiştir.
[5] Trakho’ya göre Çerkesler Yunan mitolojisini uyarlamışlardır. Başka bir Çerkes tarihçisi ise, tersine, Yunanlılar’ın Çerkesler’in efsanelerini aldıklarını söylemektedir! Şevket Mufti (Habjoka)’nın, Heroes and Emperors (Kahramanlar ve İmparatorlar) (Beirut, 1944) kitabına bakınız.
[6] ‘Ulusların’ modern zamanlar öncesinde varoluşları ile ilgili olarak, benim katkıda bulunmayı düşünmediğim bir teorik tartışma mevcuttur. Olmadığını varsaysak bile, en eski zamanlardan beri tek bir politik birim altında toplanmış olmasalar da ortak bir köken, kültür ve kimliğe sahip olan bazı grupların bulunduğu reddedilemez bir gerçektir. Bu gruplara ‘proto-uluslar’ diyebiliriz. Bunlardan biri de Çerkesler’dir.
[7] Çerkesler’in Hristiyanlığı ve Müslümanlığı benimsemeleri fırsatçı ve yüzeysel olmuştur. Örneğin, bir etnograf Abhazlar’ın dini inançlarını pagan, Hristiyan ve İslami öğelerin özgün bir karışımından oluştuğunu belirtmektedir. Sula Benet, Abazalar: Kafkasya’nın Uzun Ömürlü İnsanları (New York, 1974).
[8] Türkiye’ye göç yoğun olarak 30 bin ailenin yerlerinden edildiği 1858 yılında başladı. Ancak mültecileri gittikleri yerde bekleyen kötü koşullanın haberi aynı yılın sonunda göçü neredeyse tamamiyle durdurdu.
[9] Bu açıklama W.E.V. Allen Paul Muratov, Kafkasya Savaş Tarlaları: Türk Kafkas Sınırındaki Savaşların Tarihi, 1828-1921 (Cambridge, 1953), 107-8, Willis Brooks, Rusya’nın Kafkasya’yı İşgali ve Pasifize Etmesi: Kırım Sonrası Dönemde Yeniden Yerleştirme Soykırım Oluyor: Nationalities Papers, 23, (1995):675-86, Trakho, Çerkesler, 32-56, Shauket, Kahramanlar ve İmparatorlar kaynaklarına dayanmaktadır.
[10] Köylerin yakılması yeni bir uygulama değildi. Yalnızca Abadzehler’in ülkesinde 1857-1859 arasında binden fazla yerleşim yeri yakılmıştı. Shauket, Kahramanlar ve İmparatorlar, 237
[11] Shouket aynı zamanda Ubıhlar’ın 1859’da bir dizi doğal afet nedeniyle zayıfladığını da söyler. Bir çekirge sürüsü tarlalarına zarar vermiş, salgın hastalıklar hayvanlarını ve atlarını yok etmiş, insanların büyük bir kısmı koleraya benzeyen bir hastalık nedeniyle ölmüştü. Shouket, Kahramanlar ve İmparatorlar, 245
[12] Trakho, Çerkesler, 50-51
[13] Shouket, Kahramanlar ve İmparatorlar, 250
[14] Trakho, Çerkesler, 52-53
[15] Age, Moshnin’in verdiği sayılar Türkiye’ye gelenlerin ölüm oranını ayda %2, 5-5 oranında olduğunu gösteriyor.
[16] Brooks, Rusya’nın İşgali, 681.
[17] Bu çok kaba bir tahmindir ve çok daha detaylı bir araştırma gerektirmektedir. Türkiye’deki sürgünzedelerin soylarının devamından yola çıkarak geriye yönelik olarak kurtulanların sayısını tahmin etmek bir başka yöntem olabilir. Tartışılamaz yüksek doğum oranına rağmen ancak 20. yüzyılın ortalarında nüfusları iki milyona ulaşmıştır.
Sayı : 2007 07