Anlamak… Anlamlandırmak ve Saygın Olana Saygı Duymak!

0
1061

Bir olguyu veya bir gelişmeyi neden-sonuç ilişkilerini doğru kurarak anlamak, anlamlandırmak ayrı, saygı duymak ayrı bir durumdur. Anlamakla saygı duymak birbirine çok fazla karıştırılıyor oldu. Bakalım, anladığımız şeylere saygı duymak durumunda mıyız! 

İnsan, bedeninin hem içiyle hem de dışıyla ilgili korunma refleksleri üzerinden bir tedbirler mekanizması geliştirmiştir. Kirlendiği zaman hem kendisi hem de çevresine olan saygısından dolayı yıkanması, vücudunu temizlemesi, kendini dezenfekte etmesi gerektiğini bilir. Terlediği zaman duş alır, rahatlar. İnsanların arasına tertemiz çıkmanın kendisine ve çevresindekilere bir sorumluluk olduğunu kavramıştır binlerce yılın birikimiyle. Yanından geçen bir araçtan dağılan tozların veya bir fabrika bacasından yükselen dumanların kendi elinde olmadan bedenini ya da üstünü başını kirletebileceğini de bilmektedir. Bu yüzden temizlenir… temizlenir… temizlenir… 

Peki, aynı şeyler hayatını koordine eden beyninin başına geldiğinde ne yapar insanoğlu? Neden eli, yüzü, ayağı, omzu, bacakları, kolları için oluşturduğu tedbir mekanizmalarını beyninden esirger? Hem bedeninin hem de beyninin temiz kalmasına pek rağbet etmez. Hatta ikisini birden ihmal edenler de azımsanmayacak kadar çoktur. Beynini dezenfekte etmesi için ya zaman bırakılmamıştır ya araçları elinden alınmıştır ya da beynin de steril olmasının en az vücudu kadar temel bir sorumluluk olduğu bilinci çalınmıştır kendisinden. Tıpkı bedeni gibi… 

Vücudunu, kendisiyle yaşanabilir bir şekilde dezenfekte etmeyen birisini anlayabiliriz. Hatta koşullarını gözeterek bunu anlamlandırabiliriz bile. Ama koşullar ne olursa olsun temizliği tercih etmediği için saygı da duymayız. Ama beynini temizleme gereği duymayan birini anlasak da anlamasak da, saygı duyulmasını normal karşılarız! Oysa ki binlerce dezenformasyon aygıtı beynini kirletmekte, kendisini alternatifsizleştirecek kadar belli hedeflere yönlendirebilmektedir. Bu o kadar ustaca yapılmaktadır ki, farkına bile varmadan istenileni istenilen zamanda yapabilmektedir. “Toplumsal kodlama” denilen bu süreç dört bir yandan kendisine her şeyi tükettirmekle, beyninin de gün be gün tüketilmesine hizmet etmektedir. Yönlendirilen bir bedendir artık. Kendisini araçlaştırarak bitiren, bir insan olarak varlığını yok sayan düşmanını bile şaşırtacak kadar yok olma sürecine destek olmaktadır. Sevgilisine kendisini beğendirmek için pahalı bir şampuan aldırtmak, pahalı bir cep telefonunun markasını 3 ayda bir değiştirtmek artık çok kolay olmuştur. Beyniyle birlikte her şeyi bilinçsizce tüketir… tüketir… tüketir… 

Bedeninin ve beyninin temizliğine önem verenleri de vermeyenleri de anlayabiliyorum. Ama sadece bu temizlik ihtiyacına önem verenlere saygı duyabiliyor vicdanımın sesi. Örneğin; Hollanda’da belli bir oranda uyuşturucu kullanımı serbest olmasından dolayı, yasal hakları olduğu için “uyuşturucu demokrasisi” sisteminin devamını sağlayanlara saygı duymamın beklenmesi ne yaman bir sarmaldır. Oysaki saygın olana saygı duyulmalıdır. Saygı duymama durumu, kendisine bu tercihleri yaptıran organik yapıyadır. 

Ülkemizde de anlamak ve saygı duymak arasındaki çizginin ıskalandığına her adım attığımızda rastlarız. 

Türkiye’de “temizlik imandan gelir” sözünü hepimiz ezbere bilmemize rağmen, Afrika’dan sonra Dünya’da en az sabun kullanan ülkelerin başında geliyor olmamızı anlarız ama bu çelişkiye saygı duyamayız ki. Avrupa’da sarımsak kokusundan, toplu taşıma araçlarındaki ter kokusundan, yerlere tükürmekten bilinir oluruz ama bundan hiç rahatsız olmayız! 

Bilgeliğe çok inanan ve her adım başı “bir bilen”in olduğu toplumumuzun, Dünya’nın en az kitap okunan toplumlarının başında gelmesi de; beyinsel sterilizasyona umursamazlığımızın başka bir göstergesidir. Okumayan, araştırmayan, tartışmayan, bilimin ilk adımı olan “şüphe ve merak” gibi kavramları hafife alan, yani beynini kirlilikten koruma gereği duymayan bir toplumsal yapının sosyal-siyasal-iktisadi tercihlerine saygılı olmamız beklenir üstelik! Aptal denilmesine kızarız ama aptal yerine koyulmaya gıkımızı çıkarmayız. Hatta bunu alanlarda alkışlamak için izdiham oluştururuz! 

Askerlerin dönem dönem siyasal-sosyal yaşama müdahalelerini alkışlar, seçimlerde asker kimin “karşısında” görülüyorsa oylarımızı hurra oraya aktarırız! Bir dönem Özal, yenilerde AKP’ye oy vermek yükselen trenddir, vatan borcudur! Bir kez olsun “acaba bu hurra durumun sebebi ne ola ki?” demeyiz. 

Ve, kendimize ve başkalarına göstermediğimiz saygıyı bekleriz herkesten! Öyle ya, demokratik değerleri öyle içine sindirmiş bir toplumuz ki, tercihlerimiz en doğru olandır! Bizleri yok sayanları var sayma oyunumuza saygı bekleriz! Biz hep anlamayı değil, saygıyı hak ederiz! 

Eğer %70’imizin nevrotik olması konusunda toplum bilimciler haklı ise, siyasal tercihlerimizin nevrotik durumla bir bağı var mıdır?! Bu sorunun yanıtını, dürüstlüğünden ödün vermeyen aydınlarımıza bırakıyorum. 

Çerkes toplumunda da anlamlandırılamayana saygı bekleme durumuyla karşılaştığımız çok olur. “Ya sev ya terk et diyen” ırkçı bir anlayışın Çerkes kimliğini en baştan reddediyor olmasına rağmen “Kafkas Türkü” kimliğine canla başla sarılır, diğer yandan Çerkes derneklerinde “en iyi Çerkes nasıl kalınır” dersleri verme işinin uzmanıyızdır! Türk milliyetçileri ile Kürt milliyetçileri Meclis’te el sıkışır, bizler onlardan çok onların milliyetçisi oluruz! Yanımıza sığınan Çeçen kardeşlerimizin bir anda “terörist “ yapılması ağırımıza gider, mültecileri açlığa mahkûm eden hükümete kızarız, sonra da “din kardeşlerimize” oy vermenin ülke gerçekleriyle örtüştüğünden dem vururuz. Abhazya’ya ambargo uygulanmasına içten içe yanarız, sonrasında taleplerimiz dile getirmeyi ”iktidarlarla çatışmak” gibi göstererek kitleleri sindirmeye çalışırız. Bunun oylarımızla kutsanmasına da saygı bekleriz! 

 “Bir bebeğin karanlıktan korkmasını doğal karşılayabiliriz, ancak bir yetişkinin aydınlıktan korkmasını asla” diyen Platon’u hem anlıyorum hem de saygın yaklaşımına saygılarımı sunuyorum… 

 

Sayı: 2007 09