Mithat Sancar
“Olağan” şartlarda bu yılın Kasım ayında yapılması gereken seçimlerin 22 Temmuz’a alınmasına yol açan krizin önemli bir unsurunu “anayasa tartışmaları” oluşturmuştu. “Anayasa” kavramı etrafındaki tartışmaların, seçim sonrasında da uzun süre gündemin merkezinde yer alması kesin görünüyor. Ama bu sefer tartışmaların hedefi ve boyutları çok farklı olacak. Şimdi hedef, “yeni bir anayasa”. Böyle olunca, “anayasa”yla ilgili bütün meselelerin didiklenmesi ve bir bütün olarak “anayasa kavramı”nın masaya yatırılması kaçınılmaz görünüyor.
Seçimlerin mutlak galibi olan AKP’nin, seçimler öncesindeki en önemli taahhütlerinden biri, bir “sivil anayasa” hazırlamaktı; bu taahhüdüne uygun olarak da, “yeni anayasa” yapma sürecini hemen başlattı.
Aslında “sivil anayasa”, yabancısı olduğumuz bir kavram değil. 1998’de bir “yurttaş hareketi” olarak başlatılan “Sivil Anayasa Girişimi” ve bu çerçevede yürütülen “Anayasamı İstiyorum” kampanyası, kavramın kendisi dahil değerli bir birikim de yarattı. AKP, “sivil anayasa” projesiyle, bir bakıma bu mirası sahiplenmiş oluyor.
Anayasa gibi siyasal yapıyı ve toplumsal yaşamın pek çok alanını ilgilendiren önemli bir meselede “solun durumu” nedir? Kabul edelim ki, “sol”un, anayasa konusunda ciddî bir hazırlığı yok. 1982 Anayasasının yürürlüğe girdiği tarihten bu yana geçen 25 yıllık sürede, en geniş anlamda toplumsal muhalefetin başlıca taleplerinden birini, bu anayasanın kaldırılması ve yerine yeni demokratik bir anayasa yapılması oluşturmuştur. Buna rağmen, “sol” bugün, giderek ısınacağı belli olan anayasa tartışmalarına etkili bir şekilde müdahale edecek bir söz ve eylem programından yoksun görünüyor.
Bu durum, anayasa tartışmalarının kaderini AKP’nin temsil ettiği liberal-muhafazakâr çevre ile ekseninde CHP ve MHP’nin açıkça, ordunun da doğrudan veya dolaylı bir şekilde yer aldığı milliyetçi-otoriter cephe arasındaki çekişmeye terk etmek sonucunu doğuracaktır. AKP’nin savunduğu liberal ekonomik yaklaşım ve eklemlendiği küresel neoliberal strateji gereği, “yeni anayasa”da “toplumsal eşitlik” ilkesini – mecburiyetler ve göz boyama amacı dışında – hesaba katması beklenemez. Ama türlü pazarlıklara açık görünen bu çekişmeden, 1982 Anayasası’nın bugünkü halinden çok farklı bir “özgürlükçü” anayasanın çıkmaması ihtimali de düşük değildir.
Öte yandan, solun bu süreçte aktif bir özne olarak yer almaması, potansiyel sol tabanın belli kesimlerinde, “yeni anayasalın özgürlükçü hükümlerine karşı bile, sırf AKP’den geliyor diye paranoid bir tutumun gelişmesine neden olabilir.
“Sol”un bu sürece etkili bir şekilde müdahil olması en başta bu nedenlerle son derece önemli ve gereklidir. Kuşkusuz kendini solda tanımlayan kuruluşların, tamamen hareketsiz olduklarını söylemek haksızlık olur. Ancak değişik yörelerde düzenlenen panel ve konferans gibi faaliyetlerle, hegemonya mücadelesinde ağırlıklı bir hamle yapmak ve tartışmanın referanslarından bir haline gelmek mümkün görünmüyor.
Bu durumda, “güçleri birleştirmek”ten başka çare kalmıyor. 22 Temmuz seçimleri öncesinde denenen “ortak hareket” projesi, çeşitli nedenlerle yeterince başarılı olmuş sayılamasa da, değerli bir tecrübe ve küçümsenmeyecek bir dinamizm yarattı. Anayasa tartışmaları, kaldığımız yerden, ama o zaman geldiğimiz yere sıkışmadan devam etmek için önemli bir imkân ve fırsat sunuyor. Bunu en iyi şekilde değerlendirmek için, özgürlükçü ve/veya sosyalist, hangi sıfatla tanımlanırsa tanımlansın, sol güçlerin vakit kaybetmeden bir araya gelmeleri ve geniş katılımlı bir “anayasa koalisyonu” oluşturmanın yollarını aramaları gerekiyor.
Siyasî partilerden sendikalara; meslek örgütleri, dernek ve vakıflardan çeşitli inisiyatiflere ve bireylere “ortak akıl” üretme ve “özgün eylem biçimleri” yaratma imkânı sunacak böyle bir koalisyonun hareket noktası ve ortak paydası, “özgürlükçü ve eşitlikçi anayasa” talebi olarak belirlenebilir. Böylece, bir yandan, yasakçı, baskıcı ve inkarcı yönelimlere karşı demokrasiye ve çoğunluğa; diğer yandan, neoliberal yapılandırma programlarına karşı, emekçilerin haklarına yönelik bilinç ve duyarlılığın güvencesi olarak algılanacak bir adres yaratılabilir. Bu çerçevede yürütülecek kampanyalar için de, mesela “toplumsal anayasa” gibi bir parola seçilebilir.
Eğer oluşturulabilire, bu koalisyonun ilk hedefi, “yeni anayasa”yı aceleye getirecek her türlü girişime karşı çıkmak; dolayısıyla acil talebi de, toplumun tüm kesimlerinin öneri ve itirazlarını dile getirebilecekleri kapsamlı ve özgür bir tartışma ortamının yaratılması olmalıdır.
“Sivil”i sadece “askerî olmayan’la sınırlamayıp, “bir vatandaşlar topluluğuna, onların yönetimine veya birbirleriyle ilişkilerine dair olan” şeklinde anlarsak; “anayasalı da, birlikte yaşamanın temel kurallarını ve siyasal yapıya ilişkin temel tercihleri belirleyen, “toplumsal mutabakata dayalı bir sözleşme” olarak tanımlarsak; “yeni” anayasanın “sivil” sıfatını hakketmesinin yolunun, özgür tartışma ve toplumsal katılımdan geçtiğini rahatça görürüz.
Anayasayı bir toplumsal sözleşme olarak görmek, anayasayı toplumun yapmasını, yani “kurucu iktidar”ın toplumda olmasını kabul etmeyi gerektirir. Sözleşme fikri, tarafların eşit özneler olarak kabul edilmesi öncülüne dayanır. Hannah Arendt’in deyişiyle, “yatay toplum sözleşmesi”, bireylerin birbirlerini muhatap aldıkları ve birbirlerine sözler verdikleri bir ilişkiler yumağı yaratır. Bu nedenle, bir siyasal toplum meydana getirmek, ideal anlamda anayasanın başlıca işlevidir. Başka bir anlatımla, bir topluluk, kendi anayasasını yapmak suretiyle bir “siyasal toplum” haline gelir. Bu siyasal toplumun düzeni de, hegemonya mücadelesinde sözünü kabul ettirenlerin ağırlığıyla belirlenir.
“Özgürlükçü ve eşitlikçi bir anayasa için koalisyon”, anayasa tartışmalarını, toplumsalın yeniden inşası ve tanımlanması eksenine çekmeyi sağlayabileceği gibi, solun kendini etkili bir özne ve aktif bir aktör olarak “yeniden inşası” için de bir vesile olabilir. “Sol”, 12 Eylül’den bu yana hegemonya mücadelesinde yeterince kaybetti. Bir kez daha kaybetmemek için, vakit kaybetmeden harekete geçmek lazım.
(*)03/09/07 tarihli Birgün Gazetesi’nden alınmıştır
Sayı : 2007 09