Anadolu coğrafyasında yaklaşık bin yıldır süregelen yönetim biçimini sorgulamak, coğrafyanın farklı halklarından biri durumundaki Çerkesler için olmazsa olmaz bir öneme sahip. Çerkes insanı, maruz kaldığı ulusal-kültürel asimilasyon sürecinin kendiliğinden gelişen bir yok oluş öyküsü olmadığını anlamak zorunda. Anadolu halklar mozaiğinin neredeyse bir halklar mezarlığı durumuna gelmiş olması ise konunun önemini bir kat daha artırıyor.
Fütuhatçı bir militer imparatorluk olarak Osmanlı Devleti döneminde katledilen 50 bin Alevi; “En-el Hak” dediği için öldürülen Hallacı Mansur, Nesimi ve Pir Sultan Abdal… İttihat ve Terakki üyesi üç Türk paşanın verdiği kararla 1915’te gerçekleştirilen Ermeni Soykırımı…
Üç askeri darbe ve iki muhtıra ile demokratikleşme süreci kesintiye uğratılmış, tarihi bir aydınlar mezarlığını andıran Cumhuriyet Türkiyesi; Şeyh Sait İsyanı ve Dersim Ayaklanmaları’nda öldürülen on binlerce Kürt, darağacında kalmış üç fidan, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, Çerkes halkının demokrasi şehidi Tsey Mahmut Özden, sorgulamalar, işkenceler, Hrant Dink suikastı ve daha niceleri…
Türk milliyetçiliğini Kemalizm adıyla devletin resmi ideolojisi haline getiren cumhuriyet döneminde de açıkçası hiçbir şey değişmedi. Daha başlangıçta farklı renk ve seslerin muhalefetini “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütleyiz” tezi üzerinden reddeden ve bu reddin ayakta kalması için emekçi halkların tüm istemlerini faşizan uygulamalarla bastıran Türkiye Cumhuriyeti egemenleri varlığını kaba güce, zora başvurarak inkar üzerinden oluşturdu.1 Devletin siyasal yapısı ise tam anlamıyla bir muvazaadan ibaret. Kendi kontrolleri dışında hiçbir şey olamayacağını ima eden Ankara eski valisi Nevzat Tandoğan’ın şu sözleri ibret verici: “Bu ülkeye komünizm gerekirse, onu da biz getiririz!”
Kurulan sistem bir muvazaadan ibaret olunca ortaya çıkabilecek muhalefetin de denetlenmesi gerekiyor elbette. Örneğin, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ardılı niteliğindeki CHP kendini ortanın solunda ilan ediyor, sol muhalefeti kontrol altında tutabilmek için. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle Türk-İslam sentezi gerçekleştiriliyor, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” şovenizmi ve ülkede yaşayan azınlıklara yönelik eziklik ve kompleks yaratma çabaları. Aleviler her daim aşağılanıyor, Kürtler “Dağ Türkleri” ilan ediliyor, Çerkesler ise “Kafkas Türkleri”.
Sistem, Alevi ve Kürtler’e inkarın dışında zaman zaman imha da dayatıyor. Ama, söz konusu Çerkesler olunca yaklaşık üç yüzyıldır kullandığı bu “kardeş” halkı “Potansiyel Türk” veya “Türkümsü Yabancı” addederek bir “Yumuşak Asimilasyon” beklentisi içine giriyor. Çerkes halkı, ülkenin birlik ve bütünlüğü teranesiyle Kürtler’e düşman oluveriyor, bir gazetede yayınlanan “Çerkesler ‘Layt’ olarak mı bizim?” türünden bir soruya “Ben hem Çerkes’im hem de Türk’üm” şeklinde yanıtlar veriyor, Türklüğü savunmayı iyi Çerkes olmak zanneden bir kitle haline geliyor. Dolayısıyla Çerkes halkı farkına varmadan Türkleşiyor. Sistem, Türkleştirme amacıyla her halka farklı yöntemler uyguluyor, Çerkesler için uygulanan yöntem ise bir tür uyutma taktiği.
Anadolu halkları, örtülü veya açık bir yok oluş ve yok etme felsefesi üzerinde yükselen faşist yönetim biçimleriyle kültürel açıdan büyük bir fakirleşme yaşamaya devam ediyorlar. Sistem, yaşadığımız coğrafyadaki kültürel farklılıkları bir zenginlik olarak algılamak konusunda güçlükler çekiyor.
- yüzyılda Anadolu topraklarında, egemen Kemalist Türk burjuvazisinin temsil ettiği bu zihniyeti Şükrü Erbaş, “bir işgalci psikolojisi” olarak nitelemiştir.2
İki dünya savaşının ardından belli aşamalarla azınlıkları korumaya yönelik yeni politikalar geliştiren Avrupa’da ise farklılıkların zenginlik olarak algılandığını görüyoruz. Kişisel ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (1966), Helsinki Nihai Senedi (1975), Kopenhag Belgesi (1990), Ulusal ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Haklarına İlişkin Bildirge (1992), Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme (1995), Avrupa Bölgesel ya da Azınlık Dilleri Sözleşmesi (1998) gibi birçok sözleşme farklı halk ve kültürleri koruma altına almayı hedefleyen uluslararası belgelerdir.
Batı toplumları farklılıkların korunması ve geliştirilmesi konusuna insani bir sorumluluk duygusuyla yaklaşmaktadırlar. Bu nedenle Batı’da yönetim biçimi, kültürel çoğulculuk anlayışı üzerine kurulmuştur.
Küreselleşme sürecinin olumlu etkilerinden biri de insan hakları ve demokrasi anlayışının temel bir kolektif yaşam bilinci olarak tüm dünya halkları tarafından genel kabul görmesidir. Bugün bütün dünyada demokrasi “onursal bir sözcük” haline gelmiştir.3 Geçmişte insan toplulukları arasındaki “benzerlikler” kolektif yaşamın temelini oluştururken, günümüzde vurgu “farklılıklar” üzerinde yoğunlaşmaktadır.4
İnsanların ortalama bilinci haline gelen insan hakları ve demokrasi anlayışı, kapitalist sistemin sınırları içinde olsa da farklı kültürlerin korunmasına ve gelişmesine olanak tanıyan bir ortak mutabakatı ifade etmektedir.
Genel kabul gören bu anlayış her ne kadar Marksist literatürde burjuva demokrasisi olarak niteleniyor olsa da, sistem kapitalizmin sınırları içinde ulusal sorunun çözümünü dayattığında buna destek verilmesi gerektiği bilinen en akılcı tutumdur. Dolayısıyla süreç, demokratikleşme konusunda Çerkesler’in de taraf olması gereken birtakım olumlu gelişmeleri içermektedir.
Çokkültürlü bir miras devralınan Anadolu coğrafyasındaki farklı kültürleri zenginlik olarak algılayıp gelişime dönük bir sinerji yaratabilmek “Farklılıklar Yönetimi” kavramının devlet tarafından bir yönetim felsefesi haline getirilmesi sayesinde mümkün olacaktır.
Farklılıklar Yönetimi, bir toplumu oluşturan farklı grupların barış içinde bir arada ve birbirini ezmeden, dışlamadan yaşayabilmelerini sağlayan yöntemleri uygulamak anlamına gelir. Farklılıkları görmek, kabul etmek, farklılıklara sahip insanlara değer vermek ve onları takdir etmektir. Daha açık bir ifadeyle; etnik köken, dil, din ve cinsiyet gibi farklılıkların, insanların kültürel özelliklerinin ve farklı tarihsel deneyimlerinin kabul edilmesi, anlayış ve saygıyla karşılanmasıdır.
Farklılıklar insan yönetiminde en temel faktördür. Devlet, farklılıkları bir problem olarak değil, değerli bir nitelik olarak görmelidir.
Farklılık; ırk, din, dil, milliyet, cinsiyet vb. gibi çok geniş kapsamlı bir olgudur. Hiçbir insan şu anda ya da geçmişte var olan farklılıkları nedeniyle suçlanamaz veya aşağılanamaz. Farklılıkları nedeniyle ayrımcılığa ya da baskıya açık bırakılamaz. İnsanların, başkalarına bakış açılarını daraltan ve olayları alışık oldukları biçimde görmelerine neden olan tutucu, dogmatik, katı, duyarsız tutum ve davranışlarından kurtulmaları gerekir. Sağlıklı bir toplumun inşası ancak bu şekilde sağlanabilir.
Kapitalizmin küreselleşme aşamasına ulaşmasıyla birlikte varlığını iyiden iyiye hissettiren hızlı değişim süreciyle baş edebilmek ve bunu bir gelişme fırsatı olarak kullanabilmek gerekiyor. Bunun için de yapılması gereken, farklılıkları anlamak, uyum sağlamak ve etkili bir şekilde yönetmektir.
Farklılıkların fark edilmesi, tanımlanması ve etkin yönetimi farklılığın yararlarını en üst düzeye çıkarırken, sorunlarını ve sakıncalarını da en alt düzeye indirecektir. Bu sayede, yenilikler yapmayı sağlayacak şekilde yaratıcılık artar, bilgi, deneyim, fikir ve görüş alışverişi yoğunlaşır, entelektüel uyarıcılığı yüksek bir ortam yaratılır.
Mozaik sanatı, farklılıkların yönetimini anlamada güzel bir sembol olarak kullanılabilir. Bilindiği gibi mozaik, farklı renk ve desenlerdeki parçaların bir araya gelip bir bütün oluşturduğu desendir. Farklı birçok insanın aynı amaç için bir arada olması ve bir bütün olarak bir anlam ifade etmesi farklılıkların başarılı bir şekilde yönetilmesiyle olur.
Dünyada milyonlarca olmasına rağmen tek, benzersiz ve tamamen taklit edilemeyen tek şey insan. Onu tek yapan da diğerlerinden farkı. Bu; ulusal, etnik, dilsel, dinsel, mezhepsel, kültürel veya cinsel bir fark olabilir. Önemli olan, bu kadar farklı özelliklere sahip insan topluluklarının ortak amaç etrafında, insana yakışır uygar bir yaşam hedefi doğrultusunda birlikte hareket edebilmesidir.
Barış içinde bir arada yaşamanın formülü, “Farklılıklar Yönetimi” anlayışını devlet ve toplum yaşamında egemen kılmaktır. Bu anlayış, devlet ve toplum tarafından içselleştirilerek yaşamın her alanında yer bulmalıdır. Halkın demokrasiye olan özlem ve inancı bunu zorunlu kılmaktadır.
Bir halklar ve kültürler mozaiği durumundaki Anadolu’da yaklaşık bin yıldır süregelen yönetim biçimi coğrafyanın bir halklar mezarlığı haline gelmesine neden olabilir. Tek dil-tek kültür-tek din-tek mezhep anlayışına sahip bu yönetim biçimi artık terk edilmelidir. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra tercihini ulusal devlet olarak ortaya koyan Kemalist önderlik; baskıcı, asimilasyoncu ve ulusal inkara dayanan bir yönetim sistemiyle coğrafyanın tüm halklarını Türkleştirmek istemiştir. Kemalizmin bu yapısıyla çağın gerisinde kaldığı ve gelişim önünde engel oluşturduğu anlaşılmalıdır.
Birbirinden farklı birçok halka ev sahipliği yapan Anadolu, bu farklılıkları bir zenginlik olarak algılayıp gelişim için sinerji yaratabilecek bir yönetim biçimine kavuşmalıdır. Söz konusu yönetim biçimi kültürel çoğulculuk esasıyla kurulmalı ve temel yönetim felsefesi olarak “Farklılıklar Yönetimi” anlayışını benimsemelidir. Farklılıkları yok saymak gelişim önündeki en büyük engeldir.
Sonuç olarak, ülkenin temel sorunu demokratikleşmedir. Bu sorunu çözmek ve ülkede demokrasiyi hakim kılabilmek ise “Farklılıklar Yönetimi” anlayışını bir yönetim felsefesi olarak kabul etmekten geçiyor.
Türkiye’nin, Avrupa Birliği sürecinde Batı demokrasilerinden öğreneceği çok şey var. 12 Eylül Anayasası’nın değiştirilme aşamasına geldiği şu süreçte devlet, resmi ideolojiden arınmış, her halka eşit mesafede duran demokratik ve çağdaş bir yapıya kavuşmalıdır.
Çerkes halkı da, Anadolu mozaiğini oluşturan farklı bir renk olduğunun bilinciyle demokratikleşme mücadelesine aktif olarak katılmalıdır. Halkın ulusal kimliğini koruması ve kültürünü geliştirmesi ancak demokratik bir ortamda mümkün olacaktır.
Özgürlüğe giden bir yol vardır: Demokrasinin içinden geçer.5
Dipnotlar
1 Hıdır Diren, Sorun Polemik, Marksist İnceleme Araştırma Eleştiri Dergisi, Mart 2007, sayı 25, s.89
2 Şükrü Erbaş, Yedinci Gündem Gazetesi, 24-30 Ağustos 2002, s.19
3 Kazım Berzeg (19 Şubat 1995), Türkiye’de Demokrasi, Yeni Yüzyıl Kitaplığı-Türkiye’nin Sorunları Dizisi 17, s.62
4 Füsun Üstel (28 Aralık 1994), Türkiye’de Demokrasi, Yeni Yüzyıl Kitaplığı-Türkiye’nin Sorunları Dizisi 17, s.18
5 Benjamin Barber, Güçlü Demokrasi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul-Haziran 1995, s.26
Sayı : 2008 01