İşçilerin Canı Pahasına Elde Edilmişti – Sosyal Güvenlik Lütüf Değil Kazanımdır

0
489

Sosyal güvenlik” insanlara, bugün ve gelecekte, çalışma koşullarını yitirmesi hali de dahil olmak üzere çeşitli risklere karşı, yaşamını sürdürebileceği sürekli bir gelir güvencesinin sağlanmasıdır. Sosyal güvenliğin gelişimi iş kazası, meslek hastalıkları ve analık sigortaları ile başlamış, daha sonra diğer hastalık, maluliyet, yaşlılık, ölüm ve işsizlik sigortası hakları kazanılmıştır.

 

Günümüzde insan hakları dendiğinde sadece birinci kuşak insan hakları anlaşılmıyor. Artık geleceğine güvenle bakabilme ve sağlıklı bir çevrede insanca bir hayat sürmekte temel bir insan hakkı olarak addediliyor. Bu yeni kuşak hakların en önemlilerinden birisi de elbetteki sosyal güvenlik hakkıdır. Sosyal güvenlik hakları işçi sınıfının verdiği mücadele ile 20. yüzyıl başından itibaren gelişmeye başlamış, ancak yaygınlık kazanması ve bir insan hakkı olarak kabulü için II. Dünya Savaşı’nın yaşanması ve sosyalizmin bir dünya sistemi haline gelmesini beklemek gerekmiştir. Yani, kapitalizmin sosyalist sisteme karşı geliştirdiği “sosyal devlet” ya da “refah devleti” denilen olgunun gündeme gelmesi ile “sosyal güvenlik” uluslararası belgelerle sistemli hale getirilmiştir.

1. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist sisteme karşı geliştirilen “refah devleti” anlayışıyla, özellikle sağlık ve eğitim “meta” olmaktan çıkmış ve kamu hizmeti haline getirilmiştir. Örneğin İngiltere’de Savaştan sonra, Churchill’in tüm karizmasına karşın İşçi Partisi, Beveridge Raporu denilen ve temelde devlet müdahalesi yoluyla gelirin daha adil dağılımının sağlanması politikası ile seçimleri kazanmıştır. Kısa bir süre sonra da Ulusal Sağlık Hizmeti devreye girmiş ve her yurttaşa parasız sağlık hizmeti sunulmaya başlanmıştır.

Sosyal güvenliğin uluslararası belgelerde bir hak olarak kabulü Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 1944 yılında kabul ettiği Filadelfiya Bildirgesi ile mümkün olmuştur. Ki burada hatırlatmakta yarar var: Uluslararası Çalışma Örgütü Ekim Devrimini takiben 1919 yılında kurulmuştur. Filadelfiye Bildirgesi’nin 1. maddesi “her nerede olursa olsun fakirlik, bütün insanların refahı için bir tehlike oluşturur” demekte ve 3. maddesi de “korunmaya muhtaç olan herkes için bir esas gelir sağlamak üzere, sosyal güvenlik tedbirlerinin, diğer taraftan tam sıhhi yardımlarının genişletilmesi” görevinden bahsetmektedir. Uluslararası Çalışma Örgütü 1952 yılında da Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına ilişkin 102 sayılı Sözleşmeyi kabul etmiştir. Bu sözleşme, sosyal güvenlik ile ilgili riskleri hastalık, işsizlik, yaşlılık, iş kazası, meslek hastalığı, analık, sakatlık, ölüm ve aile yükleri olarak belirlemiştir. Sözleşmeyi kabul eden devletler, kişilerin, belirtilen bu risklere karşı korunması için gerekli tedbirleri alacaktır.

Sosyal güvenlik ile ilgili diğer önemli uluslararası belge ise 1948 yılında kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’dir. Beyannamenin 22. maddesi herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı olduğunu belirtmekte, 25. madde ise bu hakkın kapsamını göstermektedir. Buna göre; herkesin, kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır; herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir; anaların ve çocukların, özel bakım ve yardım görme hakları vardır. Bütün çocuklar, evlilik içi veya evlilik dışı doğmuş olsunlar, aynı sosyal güvenceden yararlanırlar.
Türkiye’de sosyal güvenliğin gelişimi Dünyada olduğu gibi aşamalı olarak gerçekleşmiştir. İlk İş Kanununun tarihi 1936’dır ve işçi lehine olan hükümleri 1940 tarihli Milli Korunma Kanunu nedeniyle uzun yıllar uygulanamamıştır. Hafta sonu tatiline ilişkin ilk yasa 1924’de çıkarılmış, ancak ücretsiz olarak uygulanmıştır. Hatta uygulanıp uygulanmadığı konusunda bile şüphe vardır. 1942 tarihli bir rapor (Kessler Raporu) istatistiklere dayanarak, muntazaman bir hafta tatili uygulamasının olmadığını tespit etmektedir. Ücretli hafta sonu tatili uygulaması ancak 1960 yılında çıkarılan bir yasa ile genel olarak uygulanmaya başlanmıştır.

İlk sigorta uygulamaları 1945 tarihli bir yasa ile gündeme gelmiştir ki bu yasa iş kazaları, meslek hastalıkları ve analık sigortasını kapsamaktadır. Maluliyet, ihtiyarlık ve ölüm sigortası ile ilgili yasa ise 1957 yılında düzenlenmiştir.

Osmanlı Devleti döneminde, askerlerin ve memurların emekliliği ile ilgili düzenlemeler vardır ve bu düzenlemeler 1930 yılında Askeri ve Mülki Tekaüt Kanunu ile birleştirilerek primsiz bir emeklilik sistemi getirilmiştir. Ancak, o dönem, yine sosyal devletin temel unsuru olan “kamu hizmeti” kavramı gelişmediği için memur sayısı çok sınırlıdır ve emeklilik hakkı yaygın bir uygulama değildir.

1946 yılında İşçi Sigortaları Kurumu kurulmuştur; bu kurum 1964 yılında Sosyal Sigortalar Kurumu olarak yeniden düzenlenmiştir. Kamu görevlilerinin sosyal güvenlik kurumu olan Emekli Sandığı’nın kurulması ise ancak 1950 yılında gerçekleşmiştir. 1961 Anayasası’nın 48. maddesi “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Bu hakkı sağlamak için sosyal sigortalar ve sosyal yardım teşkilatı kurmak ve kurdurmak Devletin ödevlerindendir.” demek suretiyle ile sosyal güvenliği anayasal bir hak haline getirilmiştir. 1982 anayasası, tüm olumsuzluklarına karşın, sosyal güvenliği anayasal bir hak olarak korumuştur. Sosyal güvenliğin bir unsuru olan işsizlik sigortası ile ilgili yasa ancak 1999 yılında kabul edilmiştir. Fakat yararlanma koşulları o kadar ağır olarak belirlenmiştir ki, birçok kişi işsiz kalmasına rağmen bu sistemden yararlanamamakta ve işsizlik sigortası fonunda devlet tarafından kullanılan büyük miktarda paralar birikmektedir.

Kısacası, gerek Dünyada ve gerekse Türkiye’de sosyal güvenlik uygulamalarının 50 yıllık bir geçmişi vardır ve temelde, insanların sosyal risklerden korunmasını sağlamaktan çok, sosyal risklerle karşı karşıya olan insanların sistemi tehdit edecek boyuttaki başkaldırılarını önlemek için varılan bir uzlaşmadır. Dolayısıyla, bu tehdit azaldığı sürece sosyal güvenlik uygulamalarında gerilemeler görülecektir. 1980’lerden bu yana yaşanan gelişme de bunu göstermektedir. Bu nedenle bu hakların elde tutulabilmesi de ancak ve ancak işçi ve emekçilerin kararlı mücadelesiyle mümkün olacaktır.

 

Sayı : 2008 01