Köyün ortasındaki küçük arktan akan suyun nasıl bu kadar siyah olabileceğini düşünüp, bu yaz ortasında bile oluşmuş cılk çamurdan beyaz spor ayakkabılarımı korumaya çalışıyor, arkın bir o yanına bir bu yanına atlayarak köyün yukarı mahallesinde bulunan Ağa’nın evine doğru ilerlemeye çalışıyordum. Avlularda yalınayak oynayan çocuklar ve taşlara tünemiş yaşlı kadınlar yoldan geçen temiz giyimli çocuğu merak ediyorlardı.
– ahaa, kure kiya *
– kure katova **
Meraklı bakışların arasından süzülüp, Ağa’nın yüksek duvarlarla çevrili ve duvarın üzerinden köye doğru uzanmış cumbalı evine ulaşmıştım. Kanatlı büyük kapı tokmağını çaldığımda, cumbadaki perdenin arkasından geldiğini düşündüğüm bir genç kız sesi, ben daha hiçbir şey sormadan gerekli açıklamaları yapmış, kapının önünde ne yapacağını bilmez durumda bırakmıştı beni.
-Bawem Çorume giti, Kadir hemama giti, Celal odıne giti, Orhan evde yok.
Derdimi anlatmama hiçbir fırsat vermeyen bu tekmil verme şekli beni bir iki saniye çaresiz bırakmış, allahtan kızı azarlayan başka bir kadın sesi imdadıma yetişmişti.
-Allah beleni vere, kure katova
Merdivenlerden paldır küldür inen kadın, yarı Türkçe yarı Kürtçe mahcubiyetini bildiren cümlelerle beni kucaklamış, annemin gönderdiği haberi memnuniyetle karşılamıştı. Kuzu çevirme davetlerine geleceklerdi. Ben kapıdan haberi verip hemen geri dönüş hesapları yapıyordum ama kadın yukarı çıkarıp lokumlu bisküvi ikram etmiş, hemen bir ayran getirip yemek hazırlanması talimatı vermişti ama ben lokumları mideme indirip yemeğe kalamayacağımı bildirmiş, benzer bir görevimin daha olduğunu, 3 km. ilerdeki Hamdiköy’e gitmem gerektiğini bildirerek canımı zor kurtarmıştım. Kadın üzgün bir şekilde saçımı okşamış ve yola çıkmama müsaade etmişti. Annemlerin o davete gidip gitmediğini hatırlamıyorum ama Kürtler’le birlikte geçirdiğim çocukluk yıllarıma ait söylenebilecek çok şey var.
Birleştirilmiş sınıflarda üçü Kürt ikisi Çerkes toplam beş köyün çocukları beraber okurduk ve iki öğretmenimiz vardı. 1, 2 ve 3. sınıfların bir arada eğitim gördüğü sınıflarda, müzik dersinin yıldızları Kürtlerdi. Hele yar zalim yar’dan, lorke’ye, oradan kevoke leylim le yar’a kadar ilk müzik eğitimini Kürt sınıf arkadaşlarımızdan alıyor, matematik ve Türkçe gibi yıllar sonra kent okullarında lazım olacak dersler havaya kaynıyordu. Zurnacı Mısto’ nun öğrencisi olan bütün Kürt oğlanlar burunlarıyla aletsiz zurna çalıyor, darbuka sesine uygun tahta sıralarımızı davul yapıp, bizim köyde eski zamanlarda çıkmış ve bizlerin unutup gittiği bir samanlık yangınına destan yazıyorlardı. Hamza Yelergilin evin yanması. Hamza Yeler de şaşkınlıkla ve eğlenerek dinliyordu ağıt’ı. Teneffüslerde okulun önündeki büyük harmanlıkta, elimizde oynayacak hiçbir alet olmadığı için güreşir, ip atlayıp çelik çomak oynar, yanakları alı al, moru mor şekilde sınıflara dönerdik. Öğrenciler arasında o kadar yaş farkları vardı ki, 5. sınıfı bitirdiğimizde, Tomatis’in kızı evlenmiş, Hacıke’nin oğlu askere gitmişti.
Düğünlerimize seyirci olarak gelmelerine tahammül edemeyenler uygun bir çare düşünmüşlerdi elbet. Köyün esas düğüne uzak bir köşesinde kurulan sim sim halayı olayı çözüyordu. Ortaya yakılmış bir ateşin etrafında kısa bir süre halay çekilir, sonra sim sim başlardı. Ne menem bir anlam ifade ettiğini hala bilmediğim oyunda; ateşin başında zurnanın ritmine uygun solo dans eden birisi, meydana fırlayan bir diğeri tarafından, oyun alanı içinde yakalanırsa dövülüyordu, yakalananın karşı çıkma hakkı yoktu. Bu nedenle dansçı, sürekli etrafı kollar ve bir hareket hissettiğinde ateşin üstünden atlayarak meydanı terk eder, kaçıp kurtulurdu. Ama az uyanık olanlar meydanda yakalanıp sopayı yer ve herkes altın dişlerini göstererek ve yüksek sesle gülerek, çok eğlenirdi.
Çalışkan insanlar olmalarına rağmen beceriksiz görünürler, doğru dürüst ne çiftçilik ne de hayvancılık yapamaz, bahar gelip inşaat mevsimi başlayınca, sırtlarına bir paraşüt gibi sardıkları yorganları ile İstanbul’un yolunu tutarlardı. Amelelikten kazanılan paralarla kışı geçirirler, ertesi bahar tekrar gurbetti gidecekleri yol ve çift çubuk işleri, genellikle kadınların sırtında idi. Tarlalara götürülmeyen Çerkes kadınlar, onlar için kıskançlık kaynağıydı.
Yoksul Kürtler’in birkaçı, bizim köyde daha varlıklıca olan ailelerin yanında çalışıyor ve Çerkesçe’yi söküyorlardı. Bizim ailede ne zaman bir zenginlik olmuştu da yanımızda çalışmıştı hiç hatırlamadığım Kürt İsmail, her bayram bütün çocuklarını da alıp gelir, başta Ayşet Nenej’in elini öper, herkesle kucaklaşıp biz küçüklere de elini öptürürdü. Babama hala ağam derdi ve bu ağalığın nereden geldiğini anlamakta zorlanırdım. Getirdiği süzme yoğurt ve tulum peyniri için annemden gerekli övgüleri alırdı elbet.
Beş köyün tek dilencisi Apuko yaz kış yalınayak dolaşır, kendisine verilen cizlavet lastikleri giyemezdi. Zararsız bir deli idi ancak, kendisini evlendirmesi için yalvarıp durduğu Kürt muhtardan umudunu kestiğinde, muhtarın yayladaki çadırında, ihtiyar karısının yatağına girme teşebbüsünde bulunmuştu. Canhıraş bir feryatla uyanan kadın, bütün yaylacıları uyandırmış, saldırganın Apuko olduğu anlaşıldığında birkaç tokat ve yumrukla geçiştirilmiş ti gülüşmeler içinde. Apuko’nun savunması sağlamdı; ‘o kadar dedim, dinlemedi’. Dilencilik hali sadece ona hoş görülüyordu, bölgenin dışına çıkmamak şartıyla.
Çorum’daki evimizin kapısını farkında olmadan çalıp, Ayşet Nenej’in çığlıkları karşısında kaçmaya çalışan, ayakları çıplak Apuko, küçük taş ve dikenlerden sakındığı için koşamamış, arkasından seğirten Nenej’e yakalanmıştı. Nenej kulağından tuttuğu iki büklüm Apuko’ yu, köye giden kamyona teslim etmiş, cebine de iki buçuk lira koymuştu. ‘Bizi buralarda rezil etme’ diyordu arkasından bağırarak.
Bütün bu fena sayılmayacak ilişkilere rağmen iki köy arasında hemen bütün erkeklerin katıldığı bir meydan muharebesi çıkması önlenememiş, yaklaşık yüz kişiden oluşan kalabalık, çocuk gözlerimizin önünde yaklaşık 3 saat dövüşmüştü. Tek sevindirici tarafı ortada ateşli silah yoktu, elde kazma kürek ne varsa kullanılmış, sonunda biri ağır 4 yaralı ile durum atlatılmış, jandarma ulaştığında ihtiyarlar durumu kontrol altına almış durumdaydı. Benim seyrettiğim ilk meydan muharebesi idi ve 1 Mayıs 1977’ye kadar böyle bir arbede bir daha görmeyecektim.
* * *
Onlar da sürgün idi, hem de bizim gelip yerleşmemizden hemen birkaç yıl önce gelip yerleştirilmişlerdi oraya. Şıhbızın Kürtleriydiler, sürüldükleri bölgenin Hakkari olduğunu, yıllar sonra, İstanbul’da bir Kürt öğretmenden öğrenecektim. Bilmem kaçıncı isyan sonrası bir Osmanlı sürgünüydü. Yıkılmakta olan son iki imparatorluğun, çaresizlikler içindeki hiddeti; bizleri bir arada yaşamaya mahkum etmişti. Ne onlar doğru düzgün Türkçe biliyorlardı ne de biz. Aile başına 40 dönümü bulmayan ve sulanamayan verimsiz araziler üzerinde yeniden hayatlar kurulacak, kurulacak barakalarda çocuklar büyütülecek, büyütülen çocuklar Yemen’e, oradan taa Kore’lere kadar asker olarak gönderilecekti. Bugün bunları söylemek ne kadar kolay.
Yine de insanoğlu, çok müdahale edilmediğinde, beraber yaşamanın çarelerini arayıp, birbirlerini fazla örselemeden yeni bir yaşam şekli bulurmuş meğer. Devlet, askere adam toplama dışında çok uzaktaydı ve hayat; bütün o Hamamözü çukurunda, Rumlar ve Aleviler de dahil, birkaç din ve dörtten fazla dil, birbirlerinden biraz çekinerek te olsa, hırsız gürsüz geçinip gitmeyi becerebilmişti. Buna birkaç Ermeni aile de dahil.
Meydan muharebesinin nedeni basitti. Bütün boş arazilere aşılı ceviz ağacı dikip duran köyümüzün karizmatik muhtarı Kara Kazım, bütün köylüleri seferber etmiş, ormanlarda buldukları fidanları, köyün içinde ve eteğindeki boş sahalara diktiriyordu. O günün sabahı, mülkiyeti biraz tartışmalı bir yere beş ceviz fidanı dikilmiş ve öğle yemeğine köye dönmüşlerdi. Kürtler bu durumu beğenmemişti ve kimsenin olmadığı o saatte gidip o fidanları söküp köylerine doğru kaçar iken, paydostan dönen bizimkiler fark etmiş ve peşlerine düşmüşlerdi. Onları Kürt köyü girişinde yakaladıkları anda, bütün Kürt köyü boşalıp takipçilerin üstüne yürümüş, bunu gören bizim köylüler de ellerindeki kazma kürek ile arbedeye dalmış ve zıvanadan çıkmışlardı.
Ertesi sabah, bütün o olaylar olmamış gibi, Apuko, çıplak ayakları, boynunda beyaz dilenci torbası ve yüzündeki çizgi gibi gülümsemesi ile sanki beyaz bayraklı bir barış elçisi gibi, bizim köyün sokaklarındaydı. Bir önceki günden etkilenen birkaç küçük çocuk onu taşlamaya kalkmış, inleyerek kendini korumaya çalışan Apuko’yu fark eden Naho Nine, sokağa fırlayıp çocukları haşlamış ve O, sokaklardaki özgür yürüyüşüne devam edebilmişti.
Şubat tatili olduğu için okullar kapalıydı. Biz çocukların merak ettiği şey, okullar açıldığında birbirimize nasıl davranacağımız ve bizim Kürt çocukların bu dramatik olay için, ne gibi destanlar yazacağıydı. Bizler birbirimize nasıl bakacaktık ve iki gariban öğretmen bu karmaşanın içinden nasıl çıkacaktı.
Kara Kazım olağanüstü üzgün ve kızgındı, ‘bu ağaçları onların çocukları için de dikmiştik oysa’ diyordu. O azimle işine devam etti ve bu gün kırk yıl sonra bütün köyü çevreleyen devasa ceviz ağaçları, o büyük kavgayı hatırlatsa da biraz, kendisinin, Kürtler tarafından bile hayırla yad edilmesini önleyemiyor. Bizim köyden 4 kişi üçer ay, Kürtler’ den 1 kişi bir yıl hapis cezası yedi ve bizim köy ve Çerkes köyleri thamadeleri ile Kürt ileri gelenlerinin büyük çabaları sonunda durum yumuşatıldı gitti.
Bütün bu çabalara rağmen kamyoncu Halit, Kürt köyünün tepesine bir geri tepmeli top çıkartıp, yedi atışta bütün Kürtler’i ortadan kaldırma hayalinden uzun yıllar vazgeçmedi. İşin garibi bütün bunları Kürt köyündeki kahvede sıfır oynarken, onların yüzüne karşı söylüyor olmasıydı. Muhtemel ki onlardan da benzer özlemleri olanlar vardı belki, ama bizim köyün kahvesinde öyle bir şeyin söylendiği hiç duyulmadı.
Yüz kişinin zıvanadan çıktığı o saatlerde, olayın ateşini düşürenler ile ilgili çok şeyler anlatıldı. Diğer Kürt köyünden yardıma koşan onbeşten fazla adamın önünü Bıjıj Mecit kesmişti, atının üstünde ve elinde mavzeri ile. ‘Bir adım daha atarsanız yakarım’. Bunu ağasının yanına gelen Karasokulu İsmail anlatmıştı bizlere, O da sakinleştirmeye çalışanlardandı.
Asıl önemlisi silahlarını almak için köye koşan erkekleri evlerine kilitleyen, baş edemeyip elden kaçırdıklarını avaz avaz haber veren Çerkes kadınlardı. Köy çıkışında yolu kesmiş iki kişi Şaguj Şevket’i yere yatırıp silahını elinden almışlardı. O kendisini silahsız bırakmış olanlara küfürler savurarak, hırsla ve yırtılmış gömleği ile dövüş alanına koşmuştu, eli boş olarak. Yaşlı Kürt kadınların ağlaştıklarını, kavgacı çocuklarına sarılıp durdurmaya çalıştıklarını anlatanlarda oldu.
Tatil bitip okullar açıldığında, önlüklü, önlüksüz bütün çocuklar buluştuk. Aradan geçen on gün her şeyi bitirmiş değildi ama yine de bahar gelip dersler bahçelere taşındığında, Kürt çocuklar bu kavga üzerine destan yazmadılar, kevoke türküsünü söylemeye devam ettiler ve bizim kızlar onlara hiç yüz vermedi.
Tam 40 yıl sonra annemin cenazesini götürüp gittiğimizde, cenazeyi karşılayan kalabalığın mühim bir bölümünü Kürtler oluşturuyordu ve göz yaşlarını gizlemeye çalışan ihtiyar Kürtler, sarılıp durdular bir zaman.
Apuko görünmemişti ortalıkta, ölümü, yirmi yıldan fazlaymış meğer.
* kimin oğludur
** katibin oğludur
Sayı: 2008 01
Yayınlanma Tarihi: 2008-01-01