I
Yıl 1920, Nisan ayı, Düzce ayaklanması. İsyanın önderi bir Vıbıh, Sefer Bey (Berzeg), Köprübaşı (Haç’emzıy) köyünden, ama Düzce’de Çerkes mahallesi kuzeyinde üç ya da dört katlı bir konağı var, orada oturuyor ve Saray’a yakın bir kişi. Kız kardeşlerini Çerkesler’e değil Türkler’e vermiş, “Türk’e kız vermek kötü olsa, Sefer bey vermezdi” denilen biri. Ayaklanmaya Abazalar da katılıyor, Padişah Düzce Abazaları’nın damadı. Köyümüz Sarayyeri’ndeki (Kovk’ehable) üç Vıbıh ailesinden üç kişi ayaklanmaya katılmış, çoğunluk Şapsığlar ilgisiz kalmış, bu iş bizi ilgilendirmez demişler. Ethem Bey, yıldırım hızıyla gelip isyanı bastırıyor ve elebaşıları salkım saçak yağlı urganlara takıyor. Üç ayaklanmacımız, korku üstüne korku soluğu Yunan işgal bölgesinde alıyor.
II
Üç isyancının en küçüğü Muharbey Arslan (Къоук1ьы) 1948’de Roma’dan köye dönüyor. Çok daha sonraları anlatıyor: “Yaklaşık 10 bin kişiydik, bunun 2-3 bini Çerkes, kalanı Türk, Kürt, vb. idi. Şurdan burdan geçiniyorduk. Yunanlılar’ın bize para ve erzak dağıttığı da oluyordu. Görevimiz güvenliği sağlamak ve Yunan birliklerine yardım etmek idi”.
“Savaşı Mustafa Kemal’in kazanması üzerine, hatları yarıp Bandırma limanına indik. Limanda İngiliz, Fransız ve Yunan gemileri sıralanmıştı. Kısa bir tartışmadan sonra öncelik bize verildi, çünkü yakalanırsak idam edilecektik, gemilere binip Yunanistan’a gittik. Ben 300 haneli bir Rum köyüne verildim, bana 5 dönümlük bir bağ verildi. Bağı kiraya veriyor, bağ bekçiliği ve tırpancılıkla geçimimi sağlıyordum. Köylülerle senli benli olmuştum”.
“İkinci Dünya Savaşı’nda Alman birlikleri köyümüze geldiler, hepimizi halka biçiminde yere diz çöktürdüler. Herhalde kalpaklı olduğumdan komutanın dikkatini çekmiş olmalıyım, ‘Kimsin sen?’ diye sordu. “Türküm” dedim, “Sen ayrıl” dedi. Beni arabaya bindirip merkeze götürdüler, orada benim gibi bir sürü kişinin daha bulunduğunu gördüm.
III
Bizi fabrika işçisi olarak Almanya’ya götüreceklerini öğrendim. Yolda tren durdu ve bir saat mola verdi. Baktım çocuklar Adıgece konuşuyorlar. Hemen Adıge olup olmadıklarını sordum. Çocuklar kaçtılar. Bir süre sonra köyün boşalıp bize doğru geldiğini gördük. Çocuklar, “Trende Adıgeler var” diye haber vermişlerdi. Bizi bağırlarına bastılar, ekmek ve yiyecek verdiler ve bizi uğurladılar. Savaş boyunca fabrika işçisi olarak çalıştık. Savaştan sonra da kampımıza gelen bir Türk temsilcinin verdiği sülüsle (biletle) İstanbul’a, oradan da evime döndüm.
IV
Yıl 1961, İstanbul, Sirkeci Tren Garı. Rastlantı sonucu bir Yugoslavyalı Adıge grupuyla karşılaşmıştım, en yaşlıları Kazım Naç, ak sakallı, 80 yaşında, ama genç bir delikanlı gibi ellerini üstüste koymuş, torunu yaşındaki benim karşımda saygıyla duruyordu. Bunlar Muharbey Aslan’ın karşılaştığı köyden (Kosovalı Çerkesler) idi. Üst başları hırpani idi, ama temiz ve kişilikli insanlar oldukları anlaşılıyordu. Kazım Naç konuşuyor:
“Köyümüz 100 hane idi, 40 hanesi yerinde kaldı, 60 hanesi İstanbul Yeni Cezaevleri semtine taşındı. Şimdi ziyarete gelen köylülerimizi yolcu etmek için buradayız. Biz Arnavut ve Boşnaklar’dan farklıyız, onların Türkiye’ye gelmeleri için Türk yazılmaları gerekiyor. Bizse Yugoslavya yerlisi sayılmadığımızdan her yere gitmekte özgürüz”.
Soruyorum: “Yugoslavya’dan gelmiş çok kişi tanıyorum. Çoğu güvenilir kişi değil. Öylesine bozuk bir yerde nasıl böyle temiz insanlar olarak kalabildiniz?”
“Sşınahıç’er” (kardeşim), dedi Kazım Naç, “İsviçre’de milletlerin gelenek ve görenekleri incelendiğinde Çerkesler’in birinci geldiklerini duymadın mı? Bizi o tür kişilerle nasıl karşılaştırabilirsiniz?”.
“Сыхэукъуагъ, къысфэгъэгъу” (Yanlış yaptım, bağışla beni) dedim ben de.
Cevdet Yıldız
Sayı : 2008 03
Yayınlanma Tarihi: 2008-03-01 00:00:00