Kurucu iradeyi oluşturan Kemalizm’in kadroları, imparatorluğun dağılıp büyük topraklar kaybedişini yaşamışlardı ve elde kalan son toprak parçasını elden kaçırmamanın yolunu tek dil ve tek millet oluşturma projesine bağlamışlardı.
Türkiye solu 78 sonlarına kadar milli mesele ile pek ilgilenmez, ilgilenenleri ise milliyetçi olarak değerlendirirdi. Hatta Kürtlerin sol siyasetlerden ayrılması (belki de dışlanması) biraz da bu nedenlerledir. Dünyada var olan problemler içinde bir ‘baş çelişki’ seçilir ve bir dönem boyunca bu baş çelişki ile uğraşılırdı. Bu kimine göre emperyalizmdi, kimine göre ise sosyal emperyalizm yani Sovyetler, bazen de faşizm. Bu en büyük meseleler arasında günlük küçük sıkıntılar ve günbegün kaybolan azınlık dilleri ile kültürel problemler tali meseleler olarak yorumlanır, o gün için bunlarla uğraşmaya gerek duyulmazdı. Devrim, gerektiğinde nasılsa bir çaresini bulurdu. Herhalde bakış açısı böyle birşeydi ve sonraları bu evrensel mesele, PKK örneğinde olduğu gibi, milliyetlerin kendi milliyetçi örgütlerine terk edildi gitti. Ne de olsa ateş düştüğü yeri yakar ve o ateşte onları yaktı. Bu gün bile bu meseleyi Kürtler dışında dile getirenler, solculardan daha çok demokratlardır.
Ben Çerkeslerin herhangi bir hakkı olabileceğini ilk defa, Rizgari siyasetinden olduğunu söyleyen bir Kürt öğrenciden duymuştum ve yıl 1975 idi. Bir Türk devrimcisinden böyle bir şey duyduğumu hatırlamıyorum. Hatırlamadığım gibi bu tartışma açıldığında karşı tarafta oluşan hava “siz de şimdi nerden çıktınız’’ halleri idi ve milliyetçi bir sapma ile suçlanırdık.
Bu durumlar biraz böyleydi ve diğer yandan ise zaten devrim olmadı. Devrim olmasa da, bu badireleri çekmiş ahalinin içinde bir demokrasi tortusu kalır diye umardım hep. Ama bu gün geriye dönüp baktığımda sol sandığımız çevrelerin demokrasiye bu kadar sırt çevirir hallerini gördükçe, bunların bir devrim (DEĞİŞİM) değil, esas olarak bir darbe hayali içinde olduklarını düşünüyorum artık. Hakları lütfedecekler, şimdi tartışmaya gerek yok, gerekirse verip gerekirse geri alacaklar. Son yüzyılın doğu bloğu, benzeri uygulamalarla dolu maalesef ve Çin sosyalizmi de buna dâhil.
Umut beslediğimiz muhalif sol, bu veya buna benzer bir durumdaydı, peki ya devlet? O ise tam bir felaketti tabi, özellikle kültürel haklar ve azınlıklar konusunda.
Devlet azınlıklar konusundan o kadar korkuyor o kadar ürküyordu ki, bazen milli meselenin konu edilmediği bir Türk devrimi ve Türk sosyalizmine neredeyse ses çıkarmayıp razı olacakmış gibi gelirdi bana. Türk olsunda varsın komünist olsun ne yapalım anlayışı. 80 sonrası sol örgüt denen şeyler tamamen Kürtlerin uhdesine devredildi, diğerlerinin marjinal-militan örgütleri olmadık işlere tetikçi olarak bulaştılar, bir kısım eski solcular ise Ergenekoncu olup çıktılar.
Kurucu iradeyi oluşturan Kemalizm’in kadroları, imparatorluğun dağılıp büyük topraklar kaybedişini yaşamışlardı ve elde kalan son toprak parçasını elden kaçırmamanın yolunu tek dil ve tek millet oluşturma projesine bağlamışlardı. Cumhuriyetin bekası buna bağlı ise gereken yapılacaktı ve Mahmut Esat Bozkurt gibi birtakım parti ideologları, diğer azınlıklara, sahip oldukları özgürlükleri hatırlatılacaktı. Türk olmayanların da özgürlükleri vardı ve bu ideologlara göre bu özgürlük; “Türk milletine uşaklık etme özgürlüğü’’ idi.
Devlet böyle bir şeydi, M. Esat Bozkurt ideolojisi eğitim politikaları içinde alenen yaygınlaştırıldı ve geçen bu yılların sonunda ortaya çıkan zihinsel ortam, kesif bir Türk milliyetçiliğinden ibaretti.
Devletin partisi 1950 yılında halk tarafından bir daha seçilmemek üzere iktidardan uzaklaştırılınca Kemalizm’in büyüsü bozuldu. Halk bulduğu ilk fırsatta yerle bir etmişti Kemalist iktidarı. Kemalistler ise o günden itibaren zabıtaya teslim etti her şeyini. Zabitler ise, 3 darbe 3 muhtıra ile halkın seçtiklerine gün yüzü göstermedi.
Halkın seçtiği partilerin idam edilmek te dâhil, başına gelmeyen kalmadı. Onlar da fırsatçı bir uzlaşma ile iktidarı kısmen de olsa paylaşıp, hazineden biraz yolsuzluklar yapma uğruna, ordunun karşısında hep “esas duruşunu’’ göstermek zorunda kaldılar. Kendilerini seçip hükümet yapmış halkın taleplerini ne anlamak istediler ne de ilgilendiler. Sonunda demokrasi, insan hakları gibi halkı ilgilendiren derin konularda ordu ile öyle uzlaştılar ki, dini azınlıkların servetlerine el koyma ve onların işyerlerini yağmalama işlerine alet olmaktan hiç gocunmadılar.
6-7 Eylül olayları Demokrat Parti’nin örgütlediği bir provokasyon idi eninde sonunda. Yani özetle seçilmişler, kraldan fazla kralcı rollere soyunup, azınlıkların telefatına seve seve katkıda bulundular.
Bütün bunlar olurken bizim Çerkesler köylerde yaşıyorlardı Allahtan da bu tip telefatlara uğramaktan kurtardılar biraz.
Sayı: 2009 04