KhAzAn Yusıf 

0
533

II.Bölüm 

Bizim de Bayram Ayımız Olsun 

Neden bizim de “İçkicilerin günü” diye bayram günümüz olmasın? Gelmekte olan öğrencilere bakarken ilginç bir düşünce geliyor kafama. Yahu, Hanas, doğruyu tam söylemek gerekirse, yönetimin/devletin, görev verdiği milletvekillerini bir yana ayırırsan, kentlerimizde de köylerimizde de yaşayanlara işyeri olarak bıraktığı tek yer meyhane değil mi?! Memleketteki varlıklılara eskiden ‘kinyaz’, ‘baron’, ‘dük, düşes’, ‘lord’, ‘han’, ‘markiz’, ‘raca’ gibi unvanlar verildiği gibi, şimdi içkicilerin de unvanları olmaya başladı. Emekliliğe de ulaşmamış ama yaşlı sayılarak “bırja truda” dedikleri işyeri ve çalışma borsalarına alınmayan yaşlı adamlara “yasal içkici” diyorlar. “Çalışma borsası”nda yer alıp bazen ek işler de verilenlere “tescilli içkici” diyorlar. Üçüncü olarak “sosyal olarak korumalı içkiciler” denilenler artık işyerlerine kabul edilmeyen emekliler olup zaten azıcık olan emekli maaşından kimi toplumsal katkıların bedelleri kesildikten sonra arta kalan bir şişe parasını de içip tüketenlerdir. Bizim yabancı yatırımcılar şunlara bir ay kadar süreli bir bayram verselerdi, içkiye doyarlardı, bir sürüsünü de öte dünyaya uğurlarlardı. Bizden biri öldükçe dua yerine senin hep “ne kadar az insan olursa bize o kadar çok şnaps düşer” dediğin burada aklıma geldi yeniden. 

— A koca deli, ben bilemedim ama, vallahi sen tam bir kâhinsin, 

Hasan’ın düşüncesinin izini Hanas hemen yakalıyor; “Söylediğinde, galiba büyük bir öz var… Ben hep derim ya; içki kaçınılmaz olarak kafayı çalıştırır! Baksana devlet adamı gibi aklın nasıl da isabetli çalışıyor!” 

— Balıkçının da, koyun çobanının da, mafyanın da bayram günleri varsa biz içkicilerin hem de yalnız bir gün değil, niçin belirli bir ayları olmasın?! diyor Hasan, komşunun kendisine attığı azıcık övgüden yüreklenerek, “niçin, Hanas, içtiğimizi devletten mi çalıyoruz?” 

—“Hayır, hayır… İşimiz henüz çalma noktasına varmadı”, kaygılanıyor konuk. 

— İçtiğimiz için para ödemiyor muyuz? 

— Ödüyoruz elbette! 

—Yanında meze de satın almıyor muyuz? 

— Alıyoruz! 

— Onlar için ödediğimiz paralar nereye gidiyor? 

— Nereye gitse de onu yönetim elinden kaçırmaz. Bu belli. Hakikat! 

— Peki biz içkicilerin yönetime yaptırdığı kârdan daha fazla yaptıran fabrika olsun, atölye olsun, kolhoz olsun, çiftlik olsun ne biliyorsun? Biliyor musun onlardan birinin adını söyleyebilecek gibi? Doğru söyle, Hanas, haydi!… 

— Bil– mi– yo– rum, bildiği bütün iş yerlerini kalbinden hızla geçirerek Hanas cevap veriyor, “ispirto, rakı/votka, bira gibi şeyler, tatlı, ip, konserve ya da başka şey üretilen fabrikalar… bizim kendi özel mülkümüz sanarak koruyup kolladıklarımızı, yönetici değiştirmelerle batırarak, tozunu attırdılar, parçalayıp dağıttılar. Onların eski yöneticileri ile parçalayıp dağıtanlar kaşla–gözle işaretleşerek, aynı telaş içinde üç katlı evler diktiler, yabancı marka arabalar satın alıp, tuğlayla çevrili avlulara park ettiler, koca Alman çoban köpeklerini de bağlayıp oturdular. Şimdi onların içinde devlete bir fayda/kar getirmek niyetinde olan kimse olduğunu ben bilmiyorum.” 

Hanas ile Hasan’ın Bayram Ayı… 

— Öyle deyip de ümidini kırma, Hanas! Hâla var devletin ekonomisini kalkındıranlar! 

— Sen ne diyorsun? Nereden gelmiş onlar? Adını biliyorsan birini söylesene! 

— Dur, Hanas, acele etme de düşünelim! Kocaman ülkemizde bizim gibi kaç içkici olduğunu sanıyorsun? 

—Yüzbinlerce sayıda olduğumuzu sanıyorum! 

— Biz içkiciler olarak sayımız artıyor mu, azalıyor mu? Sen ne diyorsun? 

— Elbette, Xesı, sayımız artıyor. Baksana, kentimizde yedi birahane vardı, şimdi 50’ye vardı. “Yasalı”, “tescillisi”, “sosyal korumalısı”yla içkiciler her gün buralara sığmıyor, dolup taşıyorlar. 5 restoran, kafe var idiyse, şimdi 45’i aştı. Oralarda da mafya çocukları, krışa(?) çocukları, patron çocukları dolup taşıyor. Tam anlamıyla çoğalıyoruz. Bu bir vakıa! 

—Yalnızca çoğalmıyor, geometrik ölçülerle çoğalıyoruz. Bugün üç kişiysek, yarın 9 kişi olacağız. Yarından sonra her dokuz kişi dokuzar kişiyi daha içkiye çekiyor, 81 kişiye ulaşıyoruz, bir sonraki gün 6 bin olacağız… 

— Ee– veet… Dur hele! Yüz gram zamanı! Dur!. O kadar insanın içeceği içki nereden gelecek, Hasan?! Duruma göre içkiye can ata ata ölceğiz. Can atıp durmaktan önce bugün içeyim de boğsun beni, Hanas yerinden fırlıyor… 

— Dur hele, acele etme de, dinle Hanas! Son olarak bugün tek kullanımlık kadehlerden bizim içkicilere 140–150 rubleye sattıklarıyla kaç satıcıyı milyoner yaptık? Biz içkiciler olarak sayımız arttıkça içtiğimiz de çoğalmıyor mu?… Düşüncelerinin derinliğini belli ederek Hasan, sivri sorular koyuyor ortaya, “Biz miyiz yönetime yarar sağlamayanlar?! Biz miyiz onun ekonomisi için çalışmayanlar, onu kaldırmayanlar?! Peki, öyleyse neden biz içkicilere devlet belirli bir ‘bayram ayı’ vermeyecekmiş?! Neden, biz ülkemizde yaşayan, bayram günü verilmiş öteki insanlar gibi değil miyiz?!” 

— Vallahi sen dahisin Xesı! 

Hanas, “içiricilerini” unutmuş, komşuya yanaşıyor, biraz düşünüp öne çıkıyor; “Hasan, rica ediyorum, bir zaman yiğitlik göster de bu düşünceleri gazeteye yaz. Bütün ülke yanımızda olacak! Kim bilir, tüm dünyayı uyandırır da, ülkelerin böyle bayramları olursa, içkicilerin ayına senin adın ve benim adımla ‘Xen– Xesı ayı’ diyebilirler?! Olmayacak iş yok…” 

Şunun kendi yanına geçmesi Hasan’ın pek hoşuna gitmiyordu ama önemsemiyordu. Kafasında ayaklanan değerli düşünceler iyice sarmıştı kendisini. 

— Değerli tekçiler! Bir çubuk–bir kazık halinde, dünyadaki tüm içkiciler olarak bayram ayımız için mücadele edelim! 

Sesim çıktığı kadar bağırarak çağrı mesajımızı gruplara saldım. 

“…Mücadele edelim…, mücadele edelim…, mücadele…, mücadele…, edelim… edelim…” 

Köyden uçup giden çağrı mesajı kulağımda çok kaldı. 

İsterse Dini Bayram Olsun, Yeter ki İçmemiz Gereksin… 

— Arkama baktığımda, eksilenin hemen eklendiği satış yerlerindeki şişe sıraları gibi, meyhaneye dökülen grup çağrı mesajımı kapmış, köyü çınlatıyordu. Bunlar bir yana, yüzyılın çağrı sesi olarak “DEĞERLİ TEKÇİ­LER!…” biçiminde kalbimden duyulan ses, kendi kendine koca dünyanın bütün kuytu yerlerine ulaşmış gibi hissettim. Şu sıra dünya benimdi, 

Gözlerinden ışık saçarak, karşısında kendisine rüyasını anlatıp duran komşusunu, Hanas, ilk kez görüyormuş gibi, dinliyordu; 

— Her yerde her taraf birden ıssızlaştı, sürdürdü Hasan rüyasını, “bir de baktım ki, okuldaki öğrenciler yetişmişler, karşımda duruyorlar. Onları görür görmez içki arkadaşlarımın sesleri dinginleşti. Uyanık küçük bir kız, gözün içine atlarcasına, saz damın minik kuşu gibi hoplayıp zıplayarak, öğrencilerin başına geçti. Onun elindeki çerçevede(pankartta) resmi bulunan ak sakallı ihtiyarı da birden anımsadım.” 

— Bugün dini bayram mı yoksa? kimseye yönelik olmaksızın sordum. 

— Dini bayram olsun isterse, içmemiz gereksin de! Birinin beklentisi arkamdan duyuldu. 

Burada küçük kız, içinde bulunduğu gruptan öne çıkarak, babasının resminin altına yazdığı şiiri tane tane keskin bir sesle okudu. 

“Değerli babam, köyün onuru! 

Kalbiyle de temiz, görünümüyle de güzel! 

İnsanları saygın gören köy imamı. 

İsterim ben: herkes babam gibi olsun!” 

— “Sanırım bugünkü gün din işi filan değil. Herhalde yaşlıların günü olmalı”, değerli umutlarını yitirmek istemiyerek resimleri gözden geçirirken, arkamdakiler fısıldaşıyorlardı, “onlar olsa da benim için daha da iyi. Yüz gram onları çabuk kendinden geçirir, farkında olmadan bir sürü içkilerini içeriz”. 

Çocuk Çağrıları 

Küçük kızdan sonra kocaman oğlum öğrencilerin içinden öne doğru çıktı. Bir de baksam ki, elindeki resmi gönlünün razı olmadığını belli ederek, yükseğe kaldırmış, bana gösteriyordu. Resimdeki ihtiyar, adeta bakışlarımı çekiyordu. Bakışları, boş şişe gibi, örselenmişti. Toz rengine dönmüş, yiyecek gibi hevesle bakan koca gözleri derin gözbebeklerinde kayboluyordu. Buldog suratı gibi buruşuk yüzünü, terkedilmiş yaban tarlası gibi, ot– çöp bürümüştü. Benzi soluktu. Kötü görünümlüydü. Karnı sırtına yapışmış gibiydi. Şişe kapaklarının örselediği kesici ön diş artıkları, sararmış sırıtıyordu. Son aylarda boğazından geçen yiyecekleri belli eden yemek lekeleri gömleğinin göğsünde, uzun kravatında, pantolonun üst– ön kısımlarında seçiliyordu. Şişmiş ağır gözaltı torbaları kızarmış göz kapaklarını soymuş, hilkat garibesi gibiydi. Tanrının da, doğanın da, insanların da artık terkettiği tam bir tusnakh(?) idi! 

“Bunlar için bayram ayı elde etmeye yaşamımı adayacağım”, kafama gelen büyük amaca yüreğim de katıldı, sanki çıkıp şimdi hemen umudunun ayak izlerini izleyecekmiş gibi, tıp– tıp tıp– tıp diyerek atıyordu. Yüreği acıtan ihtiyarın yüzüne daha fazla bakamadan, resmin altındaki sözlere yöneldim. Tam o anda oğlum onları okumaya başladı: 

— İçki aklı yağmalar, temiz kalbi ayakaltı eder. Boğar genç umudu, çürütür insanlığın temelini! İçme, babacığım, acı şeytan suyunu, Geri çekil, babacığım, köksüz yoldan. 

Okur okumaz, oğlum acı bakışlarını bana doğru yöneltti. Onu farkeder etmez kan beynime sıçradı; resimdeki tusnakh da, şiirin konusu da bendim. 

—“Sen de kenidini adam gibi adam sayıyorsun, öyle mi? Hah– ha– haa!”, mutlulukla Hanas güldü bana, “bazen aynaya bakar gibi yapsana, kardeşim! Şimdi görseydin kendini, resimdekini Nart Sawsırıkhue sanırdın. Ha– ha– haa!” 

Onur ateşi kapladı her yanımı. Taras Bulba’nın dedikleri de, yaptıkları da, İvan Grozni’nin yaşamı da kalbime akıp gömüldüler. “Bütün ülkeyi güldürüyor bana. O, hele bir avluya gelsin de…” 

Bağışla Beni Evlat, Hem de Sağol… 

Kalbime gelenlerle ilgili olarak kuşkulandırmama isteğiyle, Amerikalıların yüzlerine geçirdikleri o aldatıcı gülümsemeyi yansıtarak, yavaşça tekrar gruba sızdım. Ama onlar artık beni hiç umursamıyorlardı. Çocuklarının elindeki resimlere onlar da tutulmuştu, altlarındaki yazıları dudakları kımıldayarak okuyorlardı. Resimlerde köydekilerden de köyden ayrılmış olanlardan da çok kimse vardı; “Oluşa göre yalnız değilim! Öyleyse Allah yüzümü tekrar yıkamış değilmi!” Yalnız olmamam, kalbimi sakinleştiriyor. İşte Said’in küçük oğlu da, gözyaşlarını tutamayarak, babasının resmini bize göstererek, önümüzde duruyor. Resimdeki, yaşını anlamak kolay olmayan saçı– sakalı karışmış adamın altında şöyle yazılı: 

“Saygıdeğer babamız! İçmek seni bize yitirtiyor, ailemizi yokluğa itiyor. İçme şu acı haram suyu; aile sana yalvarıyor!” 

“Baba, yaşıtlarıma, ‘emekli maaş içicisinin oğlu’ dedirtiyorsun bana. Ninemle Dedemin çok az olan emekli maaşını onlara rağmen içip, kıvrandırıyorsun. Ona ilişmek (/oraya varmak) talihsizlik. Dur, Babacığım, günah işleme! Yetmez mi babacığım, şimdiye kadar içtiğin?!” 

Resmin altındaki yazıyı çocuk okuyuncaya kadar, Hataw sessizce gözyaşlarını silerek onu dinleyip bekledi. Bitirir– bitirmez, “Bağışla oğlum, hem de sağol” diyerek, oğlunun omzuna elini koydu ve evlerine yöneldiler. 

“Kıymetli babacığım! Dilenip içerek, kent meyhanelerini dolaşıp durduğunu kulaklarımızdan eksik etmiyorlar. Kent cennet değil, köy cehennem değil. Birlikte çalışırsak, evde hayır da huzur da buluruz birlikte. Artık gel babacığım, ben seni bekliyorum, sesini özleyerek annem de kulak kesiliyor!” 

TopalÇetıkhue’nin oğlu bunu okuyup, resmini arkaşlarına göstererek uzun süre durdu. 

“A benim kıymetlim, sevgili babam! İçmek batırıyor ocağını, seni sevenlerin kalplerini eziyorsun (kırıyorsun). Terket içmeyi, yalvarıyoruz!” 

Altında böyle yazılı olan Şhanıkhue’nin resmi bulunan çerçeveye güzelim kızı yaslanmış, iri gözyaşı damlalarının arasından bakarak, babasının iki gözünü arıyordu. Ama Şhanıkhue çoktan kayıplara karışmıştı, aramızda yoktu. 

Petxıkhue’nin oğlu Erik sıradaki öğrencilerin arasından seçiliyor. 

“Arkadaşı da, komşuyu da, akrabayı da babacığım rakı/votka terkettirdi sana. İçmek bozuyor seni, bizi de sana kaybettiriyor. Ayrıl dünyayı sana zindan edenden, içme katil rakıyı/votkayı, biricik oğluna seni düşman edenden!” 

Babasının iki gözüne bakamadan çağrıyı atıp öğrencilerin arasına geçiyor. 

 “İçmiyorum” Demeye Utanır Oldu Adige 

Çocularımız, suratları asık olarak önümüzde duruyorlardı. Duran otobüs ve birkaç otomobildekiler de çıkmışlar, çağrı yazılarını okuyorardı. Sessiz sarsıntı/ çığlık onların tepesindeydi. 

— Bizim içkicilerden kim kendisini böyle gösterir?! Direktör, yüz gramı sever ama bu konuda eğitim müdürü ile konuşalım. İyi akıllarına geldi. Dünyada suskun bir şekilde yaşayarak kendi ocağımızı batırıyoruz. Bunu aklına getireni iyice bezdirmiş olmalılar. Ah, ah, Adıge köylerimiz tamamen içkici yetiştirir oldular. 

Otobüsten inen iki kadın, gördüklerine kapılmış fısıldaşıyorlardı… 

— Ne felaket bir dünyada kalmışım?! Biricik Allah acıyıp yüzümüze baksın… Eskiden köyde ortaya çıkan bir içkici, adam yerine konmaz, karşılaşanlar selam vermemek için kaçınırlardı. Şimdi «içmiyorum» demeye Adıge utanır oldu”, yakınıyordu oradan geçmekte olan yaşlı nine. 

“İçki çocuğunu elinden alır, sakat dünyaya getirir, yok eder! İçmeyin ulusu yok edeni! Sesleniyor size çocuklarınız!” 

Bu çağrı yazısını açıp yayarak babalarının resimlerini de kaldırarak çocuklar caddenin ortasına serdiler… 

Yürekten Yakarı*** 

— Benim çocuğum onların arasında yok muydu? 

Hanas’ın sorusu güçlükle kulağıma geldi. 

— Senin oğlun da çok görülesi görkemiyle onların önünde duruyordu. 10. sınıfta değil mi yahu o? Maşallah… Bayağı, adam yapısı kazanmış… Onun iyice utanması da o yüzdendi. Buna rağmen, senin resmini hepsinden daha yükseğe, Allah’ın gadrına uğramış grubun diğer resimlerinin de üstüne kaldırmıştı…” 

— Ne yazmıştı, Hasan, oğlum benim için onun altına? Hatırlıyor musun? 

Diyeceklerimden ne denli kaygı duyduğu iyice belirgin biçimde Hanas’ın sesi titredi. 

— Cehennem azabı yüklediğin ailenin ağıtıydı orada yazılı olan. Kalbe işleyen çağrı mesajını hatırlamaz olur muyum?! Yalnızca hatırlamak mı, Hanas, ben de korkuyorum rüyama temel olur diye: 

“Tek umudum benim yalnız sensin! İçkici oluyorsun, umudumu elimden alıyorsun. Ne azaptır seni içkiye saldırtan: Ailen terbiyesiz mi, çocuklar yabancı mı?! Sevgi bakışlarını senden hiç ayırmadık! İçme, babacığım, umudumuzu elimizden alanı! İçme, Babacığım, evladını elinden alanı! İçme, babacığım, evimizin temelini bizden uzaklaştıranı!” 

Komşunun okuduğu çağrı mesajını duyar duymaz, birden Hanas’ın bütün eli–ayağı gevşedi. Gözleri sulanmış, bir şey arar gibi döndüler. Titreyip duran küt parmakları çok eşelendi. Başı birden ağırlaştı, boynu büküldü, göğsünün üstüne düştü. Ardından, duran zaman, iki komşunun arasında uzun süre donup kaldı. Azar azar, çağrı mesajındaki içten dilekler Hanas’a ulaşıyor, fısıldayarak tepesine dikiliyor: “Tek umudum, tek sensin, sensin benim, benim. İçme, içme!” 

Tümden sönmeye yüz tutan kalbi, Hanas’ın organizmasına sinen sözlerin güçlü debisinin ritmine uyarak, tık– tık– tık–tık diyerek yavaş yavaş yeniden atmaya başladı. Çok geçmeden ayaklanıp komşuya döndü. 

— Rüyanı, biricik Tanrı hayreylesin. Bizim için rehber kılmasını ondan diliyorum! Ben, senden, çok razıyım, Hasan, gizlemeden anlattığın için. Allah daha iyiye yöneltsin bizi! Amin!” 

Büyük bir kararlılıkla komşunun elini sıkarak, Hanas avludan çıktı. 

Hasan onun arkasından bakarak çok bekledi. Azar azar, çocukların çağrı mesajlarındaki seslerin gücü ona da ulaştı. 

Guşhapselhe’u: Bağlaşık karışık bir söz. (Gu: kalp; şha: baş; pse:can). Kalbinden iyice duyumsayarak, kafasına iyice ağır gelerek, adeta canıyla oynatırca­sına, çok rahatsız eden bir konuyu ifade eden yakarı 

  

Sayı : 2009 09