‘Demokratik Açılım’ın geldiği son aşama

0
448

Daha önceleri belirttiğimiz gibi, demokratik açılım, daha doğrusu demokratikleşme, Türkiye açısından kaçınılmaz bir zorunluluk. Demokratikleşmeyecek bir Türkiye düşünülemez bile. Bu, kavga ve kan, dahası parçalanmaya ‘onay verme’ demek olur. Sorunlar var. Toplumun, daha geniş ifadeyle ülkenin gereksindiği gerçeklerle, kurumların ve kişilerin bilinçlenme düzeyleri eşit ve örtüşür değil. Toplum, çağdaş gelişimlerin çok gerisinde kalmış… Ana sorun bu.   

1920’lerden beri Türkiye’de sürmüş ve sürmekte olan Türkçü/gerici eğitim, kitleleri dünyadan ve gerçeklerden soyutlamış, uzaklaştırmış durumda. Yani bir zihniyet, bir anlayış tıkanması söz konusu. Tarih ve ders kitapları bu gerici anlayışa göre yazdırılıyor. İnsanlar yüzlerce yıl öncesinin imparatorluk günlerine takılı kalacak, özlem duyacak biçimde eğitiliyor ve kurgulanıyorlar. İmparatorluk ömrünü doldurduğu, dönemine uygun dönüşümleri gerçekleştiremediği için değil de, ‘iç ve dış düşmanların elbirliği sonucu yıkıldı’ denmeye getiriliyor. Bu hastalık, bu marazi görüş insanları sarmış durumda. Devlet eliyle bir düşünce saptırması yapılıyor. Kişi, bebeklikten demokratik açılımlara kapalı olarak yetiştiriliyor. İnsanlar dünya gerçeklerinin gereklerine göre değil, öğretilenlere göre davranış kalıpları ediniyor, görüş ve algılamalarda bulunuyorlar. Bu, çağ ve asıl ülke gerçekleriyle bir çelişkidir…  

 

 Toplum aydınlanmış değildir  

Türkiye’de büyük bir bilgi kirlenmesi yaşanıyor. 1964’te tanıdık, Türk asıllı, Çerkes damadı ve bir trafik kazasında yitirdiğimiz ilerici bir albay, bir söyleşimizde şunları söylemişti: ‘Üstteğmenim, gemiyle Kore Savaşı’na gidiyoruz. Koca albay ve yarbaylar ciddi ciddi konuşuyorlar. ‘Bu Amerikalılar amma da ahmak adamlar, savaşı böylesine uzun uzun sürdüreceklerine, bir Türk kolordusunu Kore’ye götürsünler, 15 günde Kuzey Kore işgal edilir, savaş da biter’ … Ben de yanımdakiler gibi öyle düşünüyor ve söylenenlere de inanıyordum. Çünkü Harbiye’nin (Kara Harp Okulu) kapısında ‘Bir Türk Dünyaya Bedeldir!’ diye yazıyordu, buna göre yetiştirilmiştik, bunu sorgulamak aklımızın köşesinden bile geçmiyordu. Karaya çıktık, rap rap yürürken, ‘Türk geldi!’ diyerek Çinlilerin kaçacağını birbirimize söylüyorduk. Amerikalıların cephe öncesi iki üç aylık bir araziye alıştırma, ardından cepheye sürme uygulamaları var… Bizse, ‘Biz Türk’üz, araziye alıştırma diye bekletilmeye gerek görmüyoruz, hemen çarpışmalara katılmak istiyoruz’ dedik… Kunuri’de(*) kuşatıldık, Türk’ü duyunca kaçacağını sandığımız Çinli asker kaçmıyor, kendisini makineli tüfeklerimizin üzerine atıyordu, 5 bin kişiden sadece üç bölük çemberi yarıp kurtulabildik…’ O günden bugüne kuşkusuz bir ilerleme var. Ancak tarihin sayfalarına takılı kalmış, santim ilerlememiş milyonlar da var. İşin acı yanı bu. Bunu küçümsememeliyiz, çünkü böyle düşünenler içinde üst düzey asker ve yargıçlar, çok sayıda et kafalı kişi de var. Türkiye’nin güncel sorunu bu.  

 

Asimilasyon sürdürülebilir mi?   

Gerici kesim asimilasyon politikalarını hala diri tutmayı savunuyor. Bu politika, bir yönüyle, Kürt ve Arap nüfus dışında başarıya ulaşmış da sayılabilir. Adige/Çerkes, Laz, Hemşinli, Pomak gibi toplulukların dilleri can çekişiyor. Yahudiler de aynı durumda. Birçok Yahudi, Rum ve Ermeni Müslüman olmuş durumda. Bu Müslümanlar dillerini unutuyorlar. Rumca ve Ermenice konuşan Müslüman nüfus, kimliğini açıklamaktan genellikle utanıyor ve bunu gizliyor. Çok acıklı bir durum, bir baskı göstergesi. Kürtlere gelince, bu insanlar, diğerlerinden daha farklılar, Kürtler Türk dil coğrafyası dışında yaşadıklarından, ayrıca bu son yıllara değin kentleşme düzeyleri de daha düşük kaldığından dil asimilasyonundan da daha az etkilendiler. Ancak Türk dil coğrafyasına göç eden Kürtler de tıpkı diğer topluluklar gibi asimilasyona uğruyorlar. Kürt asimilasyonunun düşük olması, sayı çokluğu dışında, bir Kürt burjuvazisinin oluşmuş olması, burjuvazi ve halk tarafından finanse edilen Kürt sanatçılarının bulunması, Kürtçe uydu yayınlarının yapılması, ayrıca Irak ve İran’la ilişkiler gibi nedenlere de bağlıdır. Çerkesler ise 1860’larda hemen bütün illere, şimdiki Suriye, Ürdün, İsrail, Irak, Mısır, Libya ve Tunus gibi ülkelere dağıtılmış durumdalar. Bu nedenle ortak bir akıl ve güç oluşturamıyorlar. Nitekim Çerkeslerin dış ülkeler -RF ve Kafkas cumhuriyetleri- ile olan bağlantıları bu son yıllarda kuruldu, bağlantılar da çok cılız ve sanatsal buluşmalar düzeyinde. Ürdün’den yayın yapan ‘NART TV’ dışında bir Çerkesce uydu televizyonu da yok. Kafkasya’daki Adige/Çerkes televizyon yayınları yerel ve cılız, yayınları kendi yöreleri dışına ulaşmıyor. Devletin etkili kesimi, Çerkesce TV yayınını gereksiz buluyor. Örneğin Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, ‘Çerkesler ve Lazlar Türkçe biliyorlar, Kürtler içindeyse, Türkçe bilmeyenler olduğu için TRT-6’i kurduk’ diyor. Yani TRT-Şeş’in Kürtçe Roj-TV yayınını etkisizleştirme bağlamında kurulduğunu, üstü kapalı olsa da, itiraf etmiş oluyor. Bu da asimilasyoncu görüşlerin, bu yolla Türk nüfusunu çoğaltma gibi Türkçü politikaların hala güçlü ve etkili girişimler olarak yaşamlarını sürdürdüklerini gösteriyor. Bu da unutulmamalıdır.  

 

Çerkesler ne durumda?   

Türkiye’de 1970’lerden beri hızlanan bir asimilasyon süreci yaşanıyor. Çağımız -küreselleşme- koşulları, rekabet gücü olmayan ya da az nüfuslu olan küçük toplulukların asimilasyonu için son derece elverişli koşullar yaratmış durumda, bunda karşılıklı yarar da var. Bunun bir sonucu olarak, Çerkesler içinde, dışarıya karşı, en azından kendini Türk olarak gösteren, bundan kişisel-kariyerist yarar sağlayan kişiler de az değiller. Bu da bir asimilasyonist politika biçimidir. 40 ya da 50 yıl önce Çerkes olduğunu gizleyenlerin sayısı daha azdı, şimdi çok. ‘Hem Türk, hem Çerkes’im’ diyen de az değil. Bu deyiş Bahçeli’nin ve MHP sözcülerinin deyişleri ile de örtüşüyor, onlar yerine göre ‘Kürt ve Türk olduklarını’ söylüyorlar ama birçok Kürt, resmi işlemler dışında, ‘Ben Türk değil, Kürt’üm’ de diyebiliyor. Bu da onların asimile olmadıklarını belli ediyor, ancak bu da bir süreç işi. Karşı önlem alınmadığında ve ortamı oluştuğunda, Kürtlerin de kitleler halinde dillerini bırakmaları ve Türkçe konuşmaya başlamaları, kukusuz gerçekleşebilecek olan şeylerdendir. En azından teorik olarak böyle bir olasılık vardır. Bazı Türk çevreleri de bunu biliyor ve zaman kazanmak istiyor olmalılar. Kitleler, çıkarları neredeyse oralara yönlendirilebilirler. Nitekim 19. yüzyılda, Tanzimat sonrasında, herhalde ağır vergi ve baskılardan kurtulmak için olmalı, Anadolu’da bazı Hıristiyan topluluklar kitleler halinde Müslümanlaşmışlardı. Tanzimat öncesi politikası bu insanları, daha fazla vergi için Gayrimüslim tutma biçimindeydi. Çerkesler şimdi, gün gün hızlanan bir zamanla yarışma süreci içine girmiş bulunuyorlar. Çok sayıda üst düzey Çerkes bürokrat var. Bunların içinde çok sayıda demokrat kişi, ayrıca dindar insanlar da olmalı. Bunların Çerkes asıllı olmaları ayrı, Çerkes sorunu ayrıdır. Birçoğumuz bu ikisini karıştırıyoruz. Örneğin Çerkes haklarını savunanlar, Adige/Çerkes/Kuzey Kafkasya tarihi, dili, edebiyatı, müziği ve kültürü üzerinde çalışmalarda bulunanlar var. Çerkes asıllı bakan, general, polis şefi ve genel müdürler ise, doğrudan Çerkeslerin değil, devletin hizmetinde olan kimselerdir. Bu iki küme insanını bir tutamayız, bunlar aynı şeyler değildirler. Kişi, tercihini kimden yana kullanacaktır? Statükodan mı ya da demokrasiden, demokratik açılımdan yana mı kullanacaklardır? Ayıraç, işte budur. Bu durumda yasal ve demokratik çerçevelere ters düşmeyecek biçimlerde gelişimden yana tavır takınmak gerekir. Kitlelerin demokratik eğitim ve bilinç düzeylerinin düşük olduğu da bilinmeli, aydınlatma çalışmalarına hız verilmelidir. Başbakan Erdoğan ABD dönüşü anayasa değişikliğinin rafa kaldırıldığını söyledi, çok talihsiz bir söylem. Parlamento buna hazır değilmiş. CHP ve MHP mevcut statükoyu sürdürme yanlısı, siyasal rant peşindeler. Kuşkusuz AKP içinde de statüko yanlıları az değil. Bürokrasiden, özellikle asker ve yargıçlardan engellemeler var. Bu nedenle ‘Demokratik Açılım’ın renginin ne olacağını asıl bundan sonra görebileceğiz.  

(*) Kunuri- Türk tugayının Kasım 1950’de 4 gün direndiği savaş. Kore’de ‘Kunuri’ denilen yerde olmuş, 218 ölü, 455 yaralı ve 97 kayıp olmak üzere toplam 767 zayiat verilmişti.   

(“Günlük” internet gazetesi, 07.10.09)  

 

   

Sayı : 2009 10