Açılım konusunda, tartışmalar diyebileceğimiz bir fikir üretimi yaşamadıysak da yazılanlar, özellikle değerli büyüğüm Yalçın Karadaş’ın yazıları yeterince teşvik edici. Fakat bence sorun bugünkü sessizliğimiz değil; bu, esas sorunun sadece sonuçlarından biri.
Yazacaklarım herhangi bir kesimi hedef almak için değildir. Derdimiz bunların gölgesinde bırakılamayacak kadar derin. Fakat bu konudaki tüm mırıldanmaların arasında “Vay efendim sizin kavganız sadece Rusya ile, Türkiye’nin politikalarına neden sesiniz çıkmıyor” diyenler “Eee, siz de bir zamanlar bu ülkede hayat sürüyordunuz, hangi taşın üstüne taş koydunuz da şimdi bu sözleri söyleme hakkını kendinizde buluyorsunuz?” sorusuyla muhatap olacaklarını unutmasınlar.
Türkiye’deyken buradaki resmi ideolojinin, Kafkasya’dayken da Rusya’nın resmi ideolojisinin zulmüne karşı sus pus olmanın uydurulacak bir kılıfı yoktur.
Sanki koşu bandındayız ve attığımız her bir adım bizi herhangi bir yere götürmüyor. İşin kötü tarafı derdimiz sadece kalorilerimizle ilgiliymiş gibi, farkında olmak için çok da kafa patlatmak gerekmeyen bu hale rağmen gerçekten yola inmeye hala niyetimiz yok.
Yol taşlı, yol tehlikeli, yol koşu bandından daha zahmetli… Bize bu kadarı yetiyor ve kendimizi sanki bir mücadelenin (!) neferiymişiz gibi hissetme zayıflığının tadından vazgeçemiyoruz.
Bir bütün halinde üstümüze çöken saçmalık gerçek dünyaya ait olmadığı için, gerçek dünyanın zoruyla karşı karşıya gelince ya sessiz kalıyoruz ya da suya sabuna dokunmayan sözcükler mırıldanıyoruz, Kaffed bildirisinde görüldüğü gibi…
Şimdi şöyle bir düşünelim… Kürt halkı onlarca yıldır şartlarıyla da kıyaslanınca muazzam denilebilecek bir çabayla hayatta kalma mücadelesi vererek bugünlere geldi. Bugün mecliste gözünü budaktan sakınmayan yirmi milletvekilleri var. İnanılmaz trajik bir hayatın ardından 1994’te meclis kürsüsünde anadilini savunmak adına kurduğu tek cümlenin sonunda, 10 yıl yatmış bir Leyla Zana’ya sahipler. Fakat bugün o tek cümleden çok daha fazlasını bu ülkenin en üst düzey resmi isimleri söylüyorlar ve hatta resmi bir Kürtçe televizyonları var.
Yanılmıyorsam 2006 Nevruz’unda 400 bin kişiyi meydana indirmişlerdi ve yine 2006 yılında yani daha ortada açılım falan yokken üç buçuk milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kürt “Abdullah Öcalan’ı, Kürdistan’da siyasi irade olarak görüyor ve kabul ediyorum” cümlesinin altına imza atmıştı.
Şimdi tam bu noktada bir açıklama yapmak mecburiyetinde olduğumu hissediyorum. Ben Kürt halkının dünyanın tüm halkları gibi kendi kaderini özgürce tayin edebilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu düşüncemin temelinde de ahlaki bir prensip bulunuyor. Fakat bu mevcut Kürt hareketini idealize ettiğim ya da ona sempati ile baktığım anlamına gelmemekte. Hele hele Abdullah Öcalan gibi bir adamın nasıl bir siyasi irade olduğunu da anlayamıyorum. Benim –kimilerine oldukça sert ve sivri gelecekse de- vurgulamak istediğim, bir amacı, ideali, kavgası olan bir halkın bu yolda nasıl “BEDEL ÖDEMEYE” hazır olduğunu ve hatta gerektiğinde en ağır biçimde ödediğini göstermektir. Yoksa söylemek istediğim doğru yolun Kürtlerin tuttuğu yol ve bizim de “aynı bedelleri”, “aynı şekilde” ödememiz gerektiği vs. değildir. Bu amaçla dünyanın başka halklarından başka örnekler de gösterebilirdim. Fakat biz Türkiye’de yaşıyoruz ve önümüzde bizi de Türkleştirmek isteyen devlet iradesinin karşısında buna karşı koyan bir hareket var, sanırım bunun için Kürtlerden daha iyi bir örnek olamazdı.
Devam edelim, yukarıdakiler seçilen bazı örnekler… Peki biz bugüne kadar kendi acımız ve varlığımıza yönelik saldırılara karşı kaç kişiyi herhangi bir meydana indirebildik? Benim yaşım 24 ama son 20 yılın eylemlerini az çok aklımdan geçirebiliyorum, isteyen hepsini üst üste koyabilir. Peki bugüne dek ister internette ister ıslak imza ortamında, ister Çerkes Ethem’in mezarının Türkiye’ye taşınması isterse anlamlı bir amaç için, kaç imza toplayabildik? Hiç öyle duyunca “YUH” diyeceğiniz kampanyalardan değil, gayet “soft” işlerden bahsediyorum. Kürtlerle Kafkasyalıların nüfuslarını orantılamak isteyip “Ama…”lı cümleler kurmak isteyenler de buyursunlar, hesaplasınlar.
Tüm bunların sonunda ve tüm bunlara rağmen bugün hala açılım denen kırılma emaresi sağa sola sallanıp dururken ve özellikle son dönemlerde kötümser bir ruh hali insanların üzerine çökmeye başlamışken bizler yani koşu bandının cengaverleri sadece izlemekteyiz ve bu durum kısa zamanda değişmeyecektir. Orta vadede de değişmeyecektir. Çünkü hakkın nasıl kazanılacağını değil, nasıl talep edileceğini dahi bilmemekteyiz ve bu konuda toplumsal bir tecrübeye, birikime, geçmişe sahip olmaktan çok uzağız. Eğer bazı tecrübeler de yaşanmışsa bunların devamı gelmemiş ya da toplumu dönüştürecek biçimde tabanda karşılık bulmamıştır. Okusa belki bazı cümlelerime kızar ama ismini anmadan edemeyeceğim Sefer Berzeg, son cümlem için örnek gösterilebilir. 1961 senesinde 18 yaşına girer girmez Onat olan soyadını Berzeg olarak değiştirmişti ve sanırım bu bir ilkti. Yine aynı şekilde Kafkas dilleri kökenli isimlerin alınabilmesi için daha sonra emsal teşkil eden davalarda avukatlık yapıp kazanmış ve Kiril alfabesinin öcü sayıldığı 1960’lı yıllarda Adigece dil kursu vererek yine yanılmıyorsam bir ilki gerçekleştirmişti. Bütün bunlar çok değerli ama ne yazık ki ardından bir gelenek ve toplumsal bir mücadele alanı yaratılamadı.
Örgütlü değiliz. Bugün kendini komik duruma düşürmek istemeyen, Abhazların, Adigelerin, Çeçenlerin vs. veya meşrebine göre tüm Kafkasyalıların ya da sadece Kuzey Batılıların temsilcisi olduğunu iddia etmesin. Yok öyle bir temsiliyet. Halk başka bir hayat yaşıyor ve gündeminde Marje’nin veya Kuban-Terek’in konu başlıkları yok. Bunun sadece biz farkında olmadığımız için ciddiye de alınmıyoruz. Ama hakkımızı da teslim etmek lazım, şimdilik ümit veren sporcu kategorisindeyiz. Bazı tedirginliklerin ve takiplerin amacı da sanırım bu. Bununla beraber tamamen pasifize olmuş derneklerin ve dernekleri haklı olarak yetersiz görüp oluşturulmuş fakat tek farkları daha büyük cümleler kurmak olan örgütümsülerin bu mücadele anlayışı ile bu dünyada herhangi bir olguyu, varlığı, gerçeği yerinden bir milim kıpırdatma ihtimalimiz yoktur. Hele hele bu açılım sürecine yetişme ihtimalimiz hiç yoktur. Ne böylesine örgütlü bir inanç, örgütlü bir finans gücü, ne de disiplin ve istikrar bilinci mevcuttur.
-Düşünce bazında geçmişi daha eskiye dayansa da aktif olarak geçtiğimiz Nisan ayında kendi soyadlarımızı almak için bir kampanya başlatma girişimim olmuştu, hatta bu konuda çok değerli bir hukukçumuzun da desteği söz konusuydu, ağzımın payını aldığım için size daha güzel cümleler kuramıyorum, kusura bakmayın.-
Dolayısıyla Kürtlerden görüp, onlar talep etmeye başladıktan sonra adeta canımız çekerek kendimiz için de istediğimiz şeyler bize verilecekse bile “Hak istemezuk!” diye kendini paralayan Boşnaklara verildiği gibi ucuz manevralar sebebiyle verilecektir. O da belki… Çünkü haklı olarak Kürtler de “Türkler ve Kürtler” diye konuşmaktalar ve tüm tartışmalar bu zeminde ilerlemektedir. Haklı olarak dedim çünkü adamlar ölüp ölüp dirilmişler, en büyük övünç kaynaklarından biri ordudaki, istihbarattaki vs. Kafkasyalı sayısı olan bir halk için ne diye zahmet etsinler ki? Biz bir şey istiyorsak, ama GERÇEKTEN istiyorsak, ortaya çıkıp istemeliyiz ve bunun için mücadele etmeliyiz.
Anlatmaya kendi halkımızdan önce bu halkların düşünen ve söz söyleyen tüm çevrelerine –“aydın” demek istemiyorum- hitap etmeliyiz. Çünkü eğer biz var olmak istiyorsak bir şeyi görmek zorundayız. Diasporada ağırlık Adige ve Abhaz nüfusunda ve buna bağlı olarak vatanda bu halklar azınlık konumunda. Bu şu demek: Biz Kafkasya’dan önce burada yok oluyoruz. Çünkü halkın çoğunluğu burada. Evet vatanda da işler çok iyi gitmiyor bu açıdan ama hiç değilse orada bir ümit var çünkü toprak ayaklarının altında, dil daha canlı, üretim devam ediyor ve yalandan da olsa kendi adını taşıyan federal (!) birimler söz konusu vs… Yakın zamanda diaspora halkının havaalanlarını ve limanları felç edip vatana döneceğini de düşünmüyorsak ve gerçekten derdimiz tüm halklarımızın ulusal varlıklarının bekası ise bu durumu ve gerektirdiklerini, kaybolup gittiği listemizin alt sıralarından daha yukarılara taşımalıyız.
Bundan sonra ise bizim kendi halklarımızın, durumun vehametini kavramalarını sağlamalı ve bunun çözümünün sızlanmaktan ve yitip gidene ağıt yakmaktan daha faydalı bir yoldan geçtiğini anlatmalı, değil “GÖSTERMELİYİZ”. Bizde, ölmeye mecali olmayanlar dirilişe çağırıyorlar. Önce dile getirenler yapmalı, yaşamalı ve bu şekilde sözlerine hayat vermeliler, eğer gerçekten sözlerinin bir değeri olduğuna kendileri inanıyorlarsa. İşte o zaman insanların kapısını çalmadan da onların kalpleri kazanılabilir. Örgütlenmek ve komik duruma düşmeden “Kafkasyalılar şunu talep ediyor” diyebilmek illa benim Düzce Abaza mahallesinde oturan ev kadını, orta yaşlı teyzem Ardzınıpha Aysun’un bir yere yazı yazması, sokağa çıkması vs. değildir. Bu cümleyi duyduğunda kendini o bütünün parçası hissedebilmesi yeterlidir. Sıradan ev toplantılarına haluj yapsa da olur ya da bizim köydeki servis işi yapan Kabba amcamız eylem için bize araç ayarlasa da yeter.
-İnsanın aklına, bir kaç sene önce de alıntıladığım, Bobby Sands’in şu sözü geliyor; “Herkesin yapabileceği bir şeyler var. Hiçbir rol büyük ya da küçük değil. Hiç kimse katkıda bulunamayacak kadar yaşlı veya genç değil.”–
Yoksa sayımız 100 olmuş 1000 olmuş fark etmez, aynı kişiler aynı cümleleri tekrarlar dururuz.
Bu ülkenin gelmiş geçmiş tüm iktidarları köklerini İttihatçılıktan alan bir faşizmi Atatürk milliyetçiliği adı altında 80 yıldır uyguluyor. Bu öyle bir politika ki, hani –bir zamanlar- Amerika için söylenen WASP yani “White Anglo Sakson Protestan” ideal/makbul vatandaş formülü gibi “Sünni Müslüman Türk” formülünü, gerçek dışı olduğu gayet bilindiğinden gerçek kılmak için aralıksız bünyemize zerk etme durumu söz konusu. Yoksa ne diye bağırttılar bizi “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye?
1930’larda İstanbul Bakırköy’de üstünde “En şerefli insan Türk olandır” yazan pankartın altından geçen şerefsizlerin (!) hislerini sağ olsun hocalarım 90’ların sonundan 2003’e kadar olan ortaokul ve lise hayatım boyunca hissettirdiler… Eğer uyduruk teorilerine kafa sallamazsanız, ikinci cümlede Ethem’in adı mutlaka geçer, yok eğer sallarsanız güzel yurdumuzun -eğer soluyorsa güzel olan- bir rengi olarak belki sizden Çerkes tavuğu tarifi isteyebilirler. Makbul vatandaş olmanıza ramak kalmıştır…
“Biz kafatasçı değiliz, herkesi kucaklıyoruz, kan milliyetçiliği yapmıyoruz” sözlerini çok duymuşsunuzdur. Ülkenin gen haritası ortada değilmiş de aksi mümkünmüş gibi sayılanları bir lütuf olarak önümüze koyanlar bizim de bir halk olduğumuzu, kendi varlığımızı geliştirme, koruma ve gelecek nesillere aktarma hakkımız olduğunu asla göz önüne almazlar. Varlığımızın, Türk varlığına armağan olmaktan başka bir çaresi yoktur. Oysa görüldüğü gibi bu proje iflas etmiştir. Okuduğunuz bu cümlelerden hiçbirini –şimdilik- kendi diliyle yazamayan ve bu ülkenin eğitim çarklarından geçmiş, ilkokul yıllarında duvarında –babam sebebiyle- “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan / Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan” yazan, 91.8 Nokta FM’de akşam saat 8’de Ülkücü yeminini dinleyen ben, Kafkasya’yı vatan görüyor ve kendimi Türk olarak kabul etmiyorum. Artık evlere davetiyeler “Atrışba Murat” ya da “Murat Bolat” diye değil, “Murat Atrışba” diye geliyor, en yakın arkadaşlarımızın bile soyadlarını doğru düzgün bilmiyoruz –bu sebeple soyadı projesi Abazalardan çok özellikle Adigeler üzerine yoğunlaşacaktı, çünkü kimliği destekleyici bu unsurun eksikliği Abazalardan ziyade Adigelerde görülmektedir-. Üstüne üstlük bunun bu devlete hiçbir zararı yok. Bu ülkeye, topluma, en küçük bir zararı yok, tam tersine esas samimi, gerçek birlik ve bütünlük ancak bu şekilde tesis edilebilir. Bu düşüncenin toplumda yayılabilmesi ve böylelikle zor da olsa yönetim katında yankısını duyurabilmesi için bizim de katabileceğimiz bir şey olmalı. 1985-1988 arasında Bulgaristan’daki Türklere yapılanların, onlarca yıldır doğa kanunu gibi normal karşılanarak bu ülkedeki tüm farklı kültürlere yapıldığını ve bunun nasıl bir çelişki olduğunu Türk halkı da anlamalı. Devlet, Yunanistan’da, Almanya’da kendi soydaşlarına uygulanmasını yakıştıramadığı muameleyi burada bize de yapmamalı.
Fakat bütün suç da devletin değil. Geçen akşam TV’de bir tartışma izliyordum. Kimdi tam hatırlayamıyorum şimdi ama zamanında Şerif Mardin’in öğrencisi olduğunu ve sol fikirleriyle ilgili hocasının kendisiyle konuşurken söylediği bir sözü aktarmıştı. Şerif Mardin, “Sol hep ezildiğini söylüyor ve siz hep bıçağın keskin olduğunu söylüyorsunuz, peki neden ekmek bu kadar yumuşak diye sormuyorsunuz?” demiş.
Bizim önce bir bıçağın bizi kestiğini görmeye ve sonra neden bu kadar yumuşak olduğumuzu ve ondan sonra da bıçağın neden keskin olduğunu sorgulamaya ihtiyacımız var.
Geçmişe karışıp kaybolmaya devam eden değerlerimiz vazgeçilir değildir. Bundan seksen sene önce bir yönetici kadro, milletler topluluğundan kafalarındaki tek milleti yaratmak istedi. Bunun için tüm bu farklılık arz eden değerler olabildiğince hızla kaybolup gitmeliydi. Bunun en makbul yolu kansız olanıydı. Gerektiğinde kan da aktı ama devamlı havada sallanan bir sopa ve farklı kültürlerin gelişim yollarını tıkayan kanunlarla sağlanacak doğal asimilasyon en uygun metottu.
Bundan bir kaç sene önce İstanbul’daki bir derneğin kütüphanesinde ordunun sempozyumlarının derlendiği bir kitap okumuştum. Orada Kafkasyalılardan bahsederken tarihi –hatırımda kaldığı kadarıyla- oldukça güzel anlatıp sonucu “mealen” şöyle bağlamıştı konuşmacı; “… bu güzel vatandaşlarımız ne güzel Türk kimliği potasında erimektedirler…”. Aynı yüzü öz halamın başsavcı olan Trabzonlu kocasıyla yine birkaç sene önce köydeki evin verandasında tartışırken de görecektim. Karşı yönümüzdeki evlerden birinde düğün vardı ve davul zurna sesleri geliyordu. Konuya uygun düştüğünü düşünmüş olacak ki, “Bak görüyor musun, yavaş yavaş böyle olacak, sonra tamamen davul zurna yerleşecek” demişti. Açık söyleyeyim, amaç benim kimliğimi yok etmekse, bunu öperek mi yapmış yoksa öldürerek mi yapmış fark etmez.
Bizim bir kimliğimiz, geçmişimiz, kültürümüz, kurmaya çalıştığımız bir geleceğimiz var.
Pek çok farklı ülkede yaşarken kendilerini ortak bir “BİZ”in parçasi hisseden ve tüm bu farklı coğrafyaların yarattığı farklı hayatlara rağmen müşterek bir paydada “ÖNCELİKLE” o “BİZ”in hayatiyeti için çabalayan bireyler olmamız gerekiyor. Biraz fazla sembolik olacak ama, artık Plevnelerde, Golanlarda, Stalingradlarda tüketecek canımız, kanımız yok…
Biraz ümitsiz gibi konuştuğumun farkındayım. Ama o koşu bandından inmek için önce üstünde olduğumuzu görmek gerek. Yoksa kim bilebilir yarının ne getireceğini…
Bziala…
Murat Atrışba
(17.09.09, Marje)
Sayı : 2009 10