Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Köylülük Kompleksimize Feda Ettiğimiz Anadilimiz

Anadili. Duygusal tanımlardan uzak ele alındığında “kültürün binlerce yıllık birikiminin eseri, millet olabilmenin temel şartı, milli bilincin hayat kaynağı, can damarı.” Duygusal yaklaşımla değerlendirildiğinde ise “ana sütümüz, ninnimiz, ağıdımız, şarkımız; her şeyimiz!”

1860’lı yıllardan itibaren anayurt dışında yaşamak zorunda bırakılan Çerkes halklarının gönül yarası…

Tanıyıp bilmedikleri topraklarda yaşamak, yerli halkla anlaşmak zorunda kalan halkımızın geçirdiği afallama dönemi mutlak ve tartışmadan uzaktır kanaatimce. Bilmedikleri bir kültür, anlamadıklar bir dil, tanımadıkları bir coğrafya… Ve haklı olarak herkese karşı hissettikleri derin güvensizlik, korku, utangaçlık. Yerli halkla aralarındaki bu kültürel ve iletişimsel mesafenin üstüne bir de kendi elleriyle ekledikleri o çekingenlik – korku – endişe uçurumu…

Zamanla dış çevreyle iletişim kurmaya başlamış; çocuklarını askere yollamış, şehirlere alışveriş yapmaya gider olmuş, okulla ve devletle tanışmışlardır. Ve bir “sona yolculuk” da burada başlamıştır işte; Çerkes anadilinin hazin sona yolculuğu…

1970’lerden sonra köylerde yeterli okul imkanının olmaması, maddi imkanların kısıtlılığı, verimsiz toprakların aile ekonomilerini zorlaması gibi nedenlerle büyük şehirlerle tanışmaya başladı bu kez Çerkesler. Gençler ailelerini köylerde bırakıp şehirlere aktı. Bazen aylarca evlerine dönemediler, genellikle çok zor şartlarda yaşadılar. Öğrenci yurtlarında kaldılar, bekar evlerinde zorlukla geçinmeye çalıştılar. Telefonun olmadığı dönemlerde annelerinin ölüm haberini dahi ya tesadüfen rastladıkları bir ahbaplarından, ya da aylar sonra gelen sararmış mektup sayfalarından duyup öğrendiler. Bazen hasret kaldıkları düğünleri düşleyerek uyudular geceleri soğuk odalarda, bazen kaşenlerini, bazen de duymayalı aylar olan anadillerini…

Zamanla yerleştikleri şehirleri benimsemeye başladılar yurt olarak. Köy ziyaretleri azaldı. Bazısı Çerkes kızlarıyla evlendi, bazısı henüz yadırganıyor olsa da Türk kızlarıyla… Ve “şehirli Çerkesler” türeyiverdi işte o zaman. Hemen peşinden ikinci sınıf da belirdi arka perdede: köylü Çerkesler. Yeni bir kompleks yarattı bu durum bünyesinde. Yeni sorunlar ve yeni bir kopuş…

Hemen hemen her aileden bir ya da birkaç fert dışarıdaydı. Dışarıdaki bu fertler vasıtasıyla kültürel iletişimin yönü değişti: şehirler ve şehir insanları. Yani yerli halk. Yani Türkler. Yani … Türkçe.

Türkçe şehir demekti aileler için. Çünkü ancak şehirlerde konuşulur, şehirlerde iyi bilinir, şehirlerde konuşmaya gerek duyulurdu. Köyde kullanılmazdı pek, zira sonradan görmelik damgası yeme ya da ayıplanma ihtimali vardı o zaman. Ama Türkçeyi iyi bilmek, şehirli olmaya alametti. Köylü olmaktan kurtulmaktı bir nevi. Utançtan ve küçümsenmekten kurtulmaktı. Zamanın mantığıyla böyleydi, evet!

Şehirlerdeki Çerkesler anadillerinden böylece kopmaya başladılar. Gün boyu çevreyle iletişim kurmak için Türkçe konuşmak zorundaydılar çünkü. Akşamları evde anadillerini kullansalar da fazla zaman almadı bu durum, zira yavaş yavaş alışkanlıklarını kaybettiler buna dair. Çocuklarına çevresel nedenlerle Çerkesçeyi öğretemediler, bazen öğretmek istemediler. Onlar farkında olarak ya da olmayarak anadillerinden uzaklaşırken, anadilleri de kendilerinden uzaklaştı kısacası.

Köylerden, uzaktaki akrabalarını ziyarete giden bireyler, oralarda kazandıkları alışkanlıklarla döndükleri köylerine taşıdılar bu kez tabir-i caizse “sosyetiklik alameti Türkçe”yi. Ailelerde ve özellikle dili gelecek nesle aktarmakta hayati görev ve öneme sahip olan genç kızlar arasında anadili konuşulmamaya başlandı. Aileler “Aman ne işine yarayacak, bilmese de olur!”, “İleride Türkçesi bozuk olmasın, biz çok çektik o çekmesin!” gibi bahanelerle ya da açıkçası cahilce bir özenti ve kompleks hezeyanıyla çocuklarına anadillerini öğretmemeye başladılar. Bilenler konuşmamaya, bildiğini gizlemeye başladı Çerkesçe’yi. Sırf “köylülük” yaftasından kurtulmak için. Sırf köyde doğup büyüdüğünü gizlemek için.

Ve komplekslerimiz, binlerce yıllık bir dili uçurumun kıyısına sürükledi işte!

Elimizi üzerine koyduğumuzda ne der vicdanımız; bilmiyorum!

Zamanla köyler de boşaldı. Nüfus vahim derecede azaldı. Birkaç yaşlının hayatının son günlerini beklediği huzur evlerine döndü Uzunyayla. Adeta ölüme terk edildi her şeyiyle bu yetim topraklar; bağrındaki insanlarla, kurumuş ağaçlarıyla, minicik dereleriyle, anadiliyle, mızıka sesiyle… Bir zamanlar altmış – yetmiş öğrencinin okuduğu okullar kapandı. Bir zamanlar yüzlerce kişinin cegu yaptığı alanlar tozlu viranelere döndü. Bir zamanlar yaşayan her şey, aniden öldü!

Anadili isim değiştirdi; Türkçe oldu. Sokaklarda Çerkesçe konuşan çocuğa rastlamak yadırganmaya başlandı. Yıllar önce köylülük kompleksiyle Çerkesçeden kopan ailelerin çocukları, anadillerini az da olsa anlayabilmek, ucundan tutabilmek için çabalar hale geldi. Yaz tatillerinde doğal kurs olarak gördükleri köylere göndermeye başladılar anne – babalar çocuklarını, “Az da olsa Adıgece öğrensin; hiç olmazsa anlamaya başlar!” diyerek…

Bir zamanlar ait olmaktan utandıkları köyleri, sarıldıkları yegane değer olarak kaldı ellerinde. Kültürlerine ve geçmişlerine tutunabildikleri yegane varlık olarak…

Arkasından ağıt yakmakla giden dönmez ama; değil mi?

 (Kafkasdiasporası’ndan alınmıştır.)

 

Sayı : 2009 11

Yazarın Diğer Yazıları

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img