KAVWAA RIÇGUN YAŞKA (‘Kavwa’ların çocuğu Yaşka)

0
482

Bir Su Perisi Masalı

Ev köyün ortasında, taş duvarla çevrili avlunun kuzey kenarına yaslandırılmış iki katlı ahşap bir binaydı. Hemen biraz doğusunda iki katlı, kalın çam kerestesinden, büyük bir tahıl ambarı duruyordu. Onun biraz doğusunda da taştan yapılmış üstü ve yanları çamurla sıvalı haouk-fırın-duruyordu. Belirli günlerde yakılır ve ekmek pişirilirdi. Bazen mısır kurutulurdu. Haouk’dan yalnız ev sahipleri değil, ihtiyacı olan bütün köy halkı yararlanırdı.
Bu ev annemin küçük dayısı Begbılat Kazım’ın eviydi. Annemin erkek kardeşi olmadığı için ona bizler de dayı derdik. Ona kim dayı demezdi ki. O bütün köyün Koca Kazım dayısıydı.
Bakkallık yapıyordu. Çay, şeker, zeytinyağı, gazyağı, lokum, incir, üzüm, sigara vb. bir sürü malzeme bulundurur, bunları satar, karşılığında buğday, arpa, mısır, yumurta, var da verirlerse para alırdı. Çoğu zaman hiçbir şey vermezler;
-Gısımam dayı, goscz yaazguş derlerdi. -yok dayı buğday getirecem-
-Yovedçavuş- olur çavuş- der, bir yerlere eski yazıyla çiziktirirdi.
Öğretmen Sefer Yükseker, “Kazım dayıdan bir şey alınca parasını vermeyin, veresiye yazdırın, o nasılsa duvara yazar. Daha sonra ödedim derseniz, parmaklarıyla ceketinin kol ağzını tutar duvardan bir yerleri siler veya Şakire yenge badana yapar hepsini siler“derdi. Bu köylünün ağzında fıkra olmuştu. Birisi birinden alacağını istediği zaman, ona “Wargi Kazım dayı yepş gatsza – Sen de Kazım dayı gibi yap” derlerdi.
O hiçbir zaman, asla kimseyi reddetmez ve geri çevirmezdi. Dükkanda kalmayan mallardan eğer evde kendi kullanmaları için ayrılmış olan varsa yarısını isteyene verirdi. Hatta; “Dayı hasas hamop – Dayı misafirimiz var” derse, kendilerinde bir kullanımlık malzeme kalmışsa bile onu isteyene verirdi. Onu kaç defa bu yüzden aile fertleri ile kavga ederken gördüm.
Bütün köy halkı ona saygı duyar ve çok da severdi. Her istediğini yapar, kendi işlerini bırakıp onun yardımına koşarlardı. Bir kış günü kasabadan köye dönerken tipiye yakalanmış, yol yakınken dönüp arkadaşının evinde kalmış. Bunu bilmeyen ev ve köy halkı seferber olup dağda taşta sabaha kadar onu aramışlardı. Evet, o köyün Koca Kazım dayısıydı.
          Ambarın yüksekçe üst kat terasının altında, bazı günler büyükbaş hayvanlar kesilip satılırdı. Bu hayvanlar genelde kaza geçirip sakatlananlardı. Bu işi, Kazım dayı ile benim iyice büyüyüp hakkında kesin bilgi edininceye kadar, bu köyden değildir dediğim, kısa boylu, kapkara, gözlerinin akı kıpkızıl, başında kasket yerine, zaman zaman değişen renklerde sarık sarılı, bakımsız ve daima tıraşsız bir surat, kirli, yamalı ceket ve eskilerin kilot pantolon dedikleri, abadan yapılmış İngiliz sitili, yer yer yamalı, kirli pantolon ve ayağında çarıka benzer bir şeyler giyen, her nedense korktuğum için ucube hayaletlere benzettiğim, köylünün Bidi Mehmet veya Kara Mehmet dediği kişi yapardı.
Onların bu işi yaptıklarını civar köylerde bilmeyen yoktu. Nerede bir hayvan sakatlanırsa hemen gelir haber verirlerdi. Onlar da gider kağnı veya at arabasına yükler getirirler, bahçede keserler ve derisini yüzüp çengellerle ambarın altına asarlardı. Daha sonra minareden tellal bağırtırlardı. İhtiyacı olan gelir istediği kadar alır, karşılığında buğday, arpa, mısır, eğer varsa para verirlerdi. Kazım dayı ve Bidi Mehmet daima önceden kendi ihtiyaçlarını ayırırlardı. Eğer satışlardan arta kalan olursa, köydeki yaşlı ve kimsesiz kadınlara bedelsiz, taksim edip dağıtırlardı.
O dönemlerde, Kazım dayılarda ve hemen hemen bütün köyde jiruva-kuru isli et-mısır unundan yapılan pastanın yanında, Çerkes peyniriyle beraber hiç eksik olmazdı.
Bidi Mehmet ilginç bir insandı. Tarlası, tapanı olduğu halde asla çalışmazdı. Sanırım onu kimse beden işi yaparken görmemiştir. O hep iki eli belinin arkasında birleştirilmiş dolaşırdı. “Mehmet Ağa nasılsın” diyenlere duymamış gibi davranırdı. “Bugün iki kilo kebap yedim, bir şişe şarap içtim.” der, “İzmir’i gördünüz mü?” veya “Ankara’ya gittiniz mi?” diye sanki kendi kendine söylenircesine yavaşça sorardı. Eğer o an iyiyse başlardı herhangi bir anısını anlatmaya. Onu kasabada zaman zaman et lokantalarında, kebapçılarda görürdüm. Onun hakkında çeşitli rivayetler söylenirdi. İstanbul’da, Eminönü Yeni Cami önünde dilencilik yaptığı, Trabzon’da fal baktığı, Ankara’da muska yazıp üfürükçülük yaptığı anlatılırdı. Keyfi çok iyi iken kendisi de bu tür anılarından bahsederdi, ama pek az..
Bizim, tabii ki tüm kasabanın Ciciannesi, Hatkolar’ın gelini Zübeyde teyze onun falcılığının canlı şahidiydi. Kasabada Tatar mahallesinde oturuyordu. Komşularından biri, “mahalleye çok iyi bir falcı geldi, şurada, biz de gidelim” der, birlikte giderler, içeri girdiklerinde bir bakar ki falcı, köylüsü Bidi Mehmet. Cicianne zaman zaman “şaştım kaldım” diye anlatırdı.
Aklım ermeye başladığında onun bizim köyden ve Kavwa ailesinden olduğunu öğrendim, hep şaştım, kendisi rahmetli oldu gitti, ben hala aklıma geldikçe şaşarım bu adam nasıl bizim köylü diye.
Anneannem pek masal ve hikaye bilmezdi, ama bazen Kulbasta’dan bahsederdi. Onun suda yaşadığını, dev gibi büyük olduğunu, çok kıymetli bir tarağının bulunduğunu, topuklarına kadar inen saçlarını bu tarakla taradığını, tarağını ele geçirene hizmetçilik yaptığını anlatırdı.
Bu masal öylesine, önemsizce belleğimin bir yerlerinde duruyordu. Bir gün babamın yazılarını karıştırırken Kavwa ve Kulbasta sözlerinin geçtiği bir metin buldum. Hemen anneannemin anlattığı masal, Bidi Mehmet ve Kavwa kelimeleri belleğimde birleşti. Metni aldım, tercüme ettirdim. Şaşılacak şey! Binlerce yıl öncesinin halk masalı bu günün Bidi Mehmet’ini anlatıyordu.
Buyurun, o derlemeyi sizler de okuyun. O zaman sizler de benim gibi, Bidi Mehmet’in bedenen çalışmayıp, sürekli seyahat etmesine hak vereceksiniz umarım.

KAVWALARIN ÇOCUĞU YAŞKA

Kavwaların oğlu yola gitti
Gece gitti gündüz gitti
Üç gün üç gece boyunca yol gitti
Üç gün sonra uzaklara vardı
Köprüde oturan kızı gördü
Kız su perisi idi
Saçını tarıyordu
Göğüsleri omzundaydı
Kavwaların oğlu altına girip emdi
Oğlu oldu onu yiyemedi
Biraz geçince
Tarağını çalıp geri döndü
Su perisi tarağı için peşinden geldi
Tarağını alıncaya kadar onun işlerini gördü
Tarağını çalınca geri gitti
O günden sonra da
Kavwaların çocuklarına beddua etti
O bedduadan sonra
Kavwalarım çocukları.
İt memesi emiyorlar.
Jiy Zafer Süren
*Abhazca deyişi Hurdaz’danAjiypa Dursun derlemişti.
**Bu mısra “Tam’a Bahar Gelmeyecek” adlı şiir kitabında tarafımdan değiştirilerek yayınlanmış olup, burada folklor araştırmacıları için orijinal şekli ile yayınlanmıştır.

Sayı : 2010 02

Önceki İçerikDemokrasi ve Açılım…
Sonraki İçerikEfsane lider Ardzınba’yı kaybettik
Jiy Zafer Süren
1951’de Samsun’da doğdu. Üniversite’yi terk etmiş ve muhasebeci olarak çalışarak emekli olmuştur. Çeşitli dergilerde şiir ve araştırma yazıları yayınlandı. Kafkasya üzerine yayın yapan, As Yayın’ın kurucuları arasında yer aldı. “Çipxe, Kafkas Aile Armaları” (derleme) ve “Tama Bahar Gelmeyecek” (şiir) isimli iki kitabı vardır. Nisan 2008 itibariyle Jıneps gazetesi yazarları arasında yer aldı, Ocak 2011 tarihinden bu yana yayın kurulu üyesidir.