TAM Büyük Labe’den uzaklarda 150 Yıl

0
2150

Pskhu’dan dağlara tırmanır, Ahbırts geçidini aşar, dağları geride bırakıp inişe geçerseniz, derin vadilerin içinde berrak, soğuk bir suyun kıvrıla kıvrıla aktığını göreceksiniz. Dağların haşmeti onu gölgeler gibi olsa da, o keskin boğazlardan geçerken, hızlı akışıyla aşındırdığı kayalar aracılığıyla yüce dağlara selam gönderir, ben buradayım der. Burası, buzullardan doğup gittikçe büyüyerek akan Büyük Labe nehrinin başlangıç kısımlarıdır. Dağların arasından, vadilerden geçer, yüce dağlar geride kalıp düzlük ve ormanlık alana vardığında Bızoğakıt görünür. Yolunuza nehri takiben kuzeye doğru onbeş kilometre daha devam ettiğinizde Bılatkıt’a varırsınız. Onun diğer bir adı da Tam xucı(çkun)/ Küçük Tam dır. Onu geride bırakıp bir kilometre daha gittiğinizde Büyük Labe’nin her iki tarafına yayılmış, ormanların ortasında genişçe bir açık alanda yerleşmiş Tam’a varırsınız. Ona, Tam du veya kısaca Tam veya Tamkıt, halkına da Tamlılar anlamında Tam’a veya Tamra diyorlar. 

Takvim 1859 yılının son aylarını göstermektedir. Aylardan Ramazan ayıdır. Bütün köy halkı hummalı bir şekilde Ramazan Bayramı için hazırlıklar yapmaktadır. Ajiypa Oruç’un evi nehrin sol tarafında ormana yakın bir yamaçtadır. Geniş avlunun içinde yedi oğlunun evi yan yana dizilidir. Oğullarından Hatat geçen yıl kızını, daha önceden Osmanlıya göç etmiş bir Çerkes olan ve İstanbul da Şirketi Hayriye de katiblik yapan Canikli Mehmet Efendiye gelin vermişti. Oğlu Abdıt henüz yedi yaşındadır. Annesi ona bayramlık giysiler dikmektedir. Bayramlarda çocukların sevindirilmesi, nasıl çocukları mutlu ediyorsa, onları mutlu etmek ve mutlu görmekte anneyi, babayı sevindiriyor, mutlu ediyor. 

Abdıt’ın annesi önce kılpa’yı(kalpak) bitirdi. Sonra oturdu xızır taralı elbisesini, iç gömleğini biçti, özene bezene dikti. En son, siyah, güzel bir deriden, eymsı’yı (çizme) ayağına ölçüp biçti, dikti. Bütün bu bayram hazırlığı, diğer işlerin araya girmesi ile bir haftadan fazla zamanını almıştı. Bütün bayramlıkları hazırlayıp bitirdiği gün bayram arifesi idi. Atların, şen ve oynak tayların, koyunların, tavukların arasında koşuşturarak sabırsızlıkla, biran önce akşamın olmasını bekleyen Abdıt, akşam olduğunda yorgunluktan bitap düşmüştü. 

Akşam yemeğini yedikten sonra annesinden bayramlıklarını aldı. Annesi sıkı sıkıya tembih etti ”sakın şimdi giyme, yarın, bayramda giyeceksin”. O,başını evet anlamında sallayarak yatağına gitti, özenle yastığının altına yerleştirdi. Yatağına uzandı, mutluydu, yüzü sevinçten gülücükler saçıyordu, bir an önce uyumak, hemen de sabahın olmasını istiyordu.”Yarın bayram, yarın bayram, yeni giysilerimi, bayramlıklarımı giyeceğim” sözlerini içinden sürekli tekrarlıyordu. Derken uykuya daldı. Uykusunda yemyeşil bir kırda, yeni doğmuş sevimli kuzularının, çok sevdiği tayların peşinde, bayramlık elbiselerini giymiş, durmaksızın mutlu bir şekilde koşturuyordu. Ev halkı da son hazırlıkları gözden geçirip, eksik olmadığına kanaat getirdikten sonra uykuya çekildiler. 

Ay ışığı karanlık geceyi bir nebze da olsa aydınlatıyordu. Tam, bütün halkıyla çit evlerinde, gecenin sessiz yorganı altında, yeni, mutlu bir güne, bayram sabahına uyanmak üzere uykuya dalmıştı. Orman, hafif hışırtısını ve binbir çeşit ağaçlarının hoş kokularını, Büyük Labe’nin sularından aldıkları nemle, vadinin derinliklerinden esen tatlı bir rüzgarın eşliğinde, bütün evlere ulaştırıyor, uyuyan insanlara işte hayat dercesine sunuyordu. Hayat o an, o yerde sanki sessizliğin sesi gibiydi. Tüm Tamlıların rüyası güzel bir bayram sabahına uyanmaktı. 

Büyük Labe şırıltısını, insanlarını rahatsız etmemek için adeta kısmıştı. 

Köpekler, avlularda, evlerinin önünde kıvrılmış, sahipleri gibi mutlu ve huzurlu bir güne uyanmak üzere, başlarını iki ön ayakları üzerine koymuş, sessizliği dinleyerek uyukluyorlardı.Birden kulaklarını ormanın derin sessizliğine diktiler. Huzursuz oldular, doğruldular, neler olduğunu anlamak için havayı koklamaya başladılar. Hırlamaları bitip, havlamaya başlamışlardı ki, gecenin içinden köyün üzerine ateş topları yağmaya başladı. Top sesleri ardı ardına gecenin sessizliğini acı bir çığlık gibi yırtıyordu. 

Tam’ın bayramı sonsuz bir zamana uzandı, dondu kaldı. 

İsabet eden evler yanmaya başladı. Rus ve Kazak askerler, ormanın koyu karanlığından, hura sesleri eşliğinde çıkarak köye yöneldiler. Mahşerin atlıları bunlar olsa gerek! Avlulara, evler daldılar. Tamlılar uyku sersemliğinden uyanamadan askerlerle karşılaştılar. Yanan evlerden insanlar can havliyle kendilerini dışarı attıklarında askerlerle burun buruna geldiler. 

Hatat’ın evi de ilk isabet alan evlerdendi. Annesi, Abdıt’ı uyuduğu yerden son anda kapıp çıkmıştı evden. Askerler, evlerden çıkardıkları köy halkını bir araya topladılar, hayvanları da yanan evlerden uzaklaştırarak bir araya getirdiler. 

Abdıt’ın bayramlık elbiseleri evleriyle beraber yandı. 

Artık güneşin ilk ışınları, ormanı, Büyük Labe’yi, köyü, askerleri ve biçare Tamlıları, bu acılara kaç kez uyandım dercesine, üzerlerine ılıklığıyla yansıttığı, merhametiyle aydınlatıyordu. Askerlerin komutanı, köy ileri gelenlerini ve askerlerden bir bölüğün komutanını, Tamlıların önüne getirerek, herkesin duyacağı bir sesle, kesin, son komutunu verdi; Üç günde Sohum’a varacaksınız! 

Sohum da günlerce gemi gelecek diye bekletildiler. Açlığın, perişanlığın, çaresizliğin pençesine sıkışmış bir ceylan yavrusu gibi, ürkek ve korkak beklediler. 

Anlattılar nesiller boyu bu yolculuğu; “Xaka-xımış adgil atsagala haayt/ Üç gün-üç gece yerin altından geldik.” 

Evet, küf kokulu gemi ambarlarında, güneş yüzü görmeden, aç- susuz, ölüsü ve dirisi yan yana üç günde gelebilmişlerdi Osmanlı topraklarına. 

Osmanlı da kurdukları köylerine de Tam dediler. 

Bir Rus tarihçi :“Tamlılar on yıllar boyunca Labe’nin bir aşağısında bir yukarı kesimlerinde dolaşıp durdular” diyor. 

Amma sormuyor: Neden? 

Sonra şöyle diyor :” 1859 yılında Sohum’a gittiler, sonrada Osmanlıya göç ettiler” 

Amma sormuyor: Niçin? (Abazinler (Abazini İstoriko-Etnograiçeskiy Oçerks-Çerkessk 1989, sayfa.30-36) – Çeviren; Murat Papşu) 

Y.D.Felsin gibi gerçekçiler ise açıkça yazdılar:” Bu, gerçek ve acımasız bir savaştı. Yüzlerce Çerkes köyü ateşe verilmişti, onların ekinleri ve bahçeleri imha edilerek atlara çiğnetiliyor, harabeye çevriliyordu. Teslim olup boyun eğenler ise ovalara sürgün edilerek özel pristavların emrine veriliyordu. Bir kısmı ise Osmanlı topraklarına göçürülmek üzere deniz kıyısına gönderiliyordu.”(Kubanski Shornik Dergisi, Cilt 10, Sayı: 64) 

Ve birde bu olayların tarihsel akışına şahit olan, gerçekleri saklamaksızın bizlere aktaran dedem Abdıt gibi kişiler. 

O hep şunu söyledi, ölüm döşeğinde bile: “O mahşer gününü, bayramlık elbiselerimi ve yemyeşil dağlarımı unutamadım.” 

Fakat ağlamadı, ağlamıyoruz! 

Onun için dedik; 

Ağlama 

Ağlayıp da yok olma gözyaşlarında, 

Görebilmeli gözlerin 

Sabahı 

Her bakışında. 

Onlar, 1859 da Büyük Labe de Tam olarak var idiler, 1860 da Havza/Samsun da Tam olarak yeniden var oldular, sonra Hurdaz oldular, en son da Cevizlik. 

150 yılda alınmış, nice çilelerle yoğrulmuş uzun bir yol. Bu yol onları yok oluşa, sonsuzluğa doğru, istemsiz bir şekilde sürüklüyor. 

Artık onların sokaklarda oynaşan çocukları kendi dillerinde şakalaşıp oynayamıyorlar. 

Artık onlar, düğünlerinde kendi dillerinde kendi şarkılarını söyleyemiyorlar. 

Artık onlar, gelinin odadan çıkması ve ilk iş tutması törenlerini kendi dillerinde kendi şarkılarıyla kutlayamıyorlar. 

Artık onlar, yeni doğan bebeklerinin beşiğe konma ve isim verme kutlamalarını, kendi dillerinde kendi şarkılarıyla yapamıyorlar. 

Artık anneler çocuklarını, el oyunlarını kendi tekerlemeleri ile kendi dillerinde oynatamıyorlar. 

Artık nineler, torunlarına kendi dillerinde kendi hikayelerini, masallarını anlatamıyorlar, bilmecelerini soramıyor. 

Artık gençler, gaşenlerine/ sevgililerine kendi dillerinde kur yapamıyorlar. 

Artık yaşlılar, kaybettiklerinin ardından kendi dillerinde, kendi dualarını okuyamıyorlar. 

Artık onlar, çocuklarına kendi dillerinde kendi isimlerini vermiyorlar, 

Artık onlar köy içinde toplandıklarında muhabbetlerini, , şakalarını, kavgalarını, küfürlerini kendi dillerinde yapamıyorlar. 

Evet, artık onlar, kendi dillerini bilmiyorlar. 

Ne acı, ne hazin değil mi? 

Artık onlar onlar değil! 

Artık onlar, binlerce yıllık topraklarından, binlerce yıllık kültürlerinden, yaşam kaynaklarından, köklerinden koparılmış ve başkalaşmış olarak varlar. 

Artık onlar, ne Kafkasya da Büyük Labe de, ne de Hurdaz/ Cevizlik de kendi kültürleriyle üretip, renk renk çiçek açıp, gelecek kuşaklara aktaramayacaklar. 

Ubıhca’nın öldüğü gibi, Abazaca’nın kendine has bir kolu olan Tam lehçesi de ölüyor, can çekişiyor. 

Çığlıkları, sağır kök kubbenin içinde binlercesi gibi duyulmadan, kaybolup sonsuzluğa doğru gidiyor. 

Onun için dedik ve de diyoruz: TAM’A BAHAR GELMEYECEK! 

 

Sayı: 2010 03 

 

Önceki İçerikAnaliz; Abhazya’nın Özgürlük Ateşi
Sonraki İçerikSevgi
Jiy Zafer Süren
1951’de Samsun’da doğdu. Üniversite’yi terk etmiş ve muhasebeci olarak çalışarak emekli olmuştur. Çeşitli dergilerde şiir ve araştırma yazıları yayınlandı. Kafkasya üzerine yayın yapan, As Yayın’ın kurucuları arasında yer aldı. “Çipxe, Kafkas Aile Armaları” (derleme) ve “Tama Bahar Gelmeyecek” (şiir) isimli iki kitabı vardır. Nisan 2008 itibariyle Jıneps gazetesi yazarları arasında yer aldı, Ocak 2011 tarihinden bu yana yayın kurulu üyesidir.