Doğru olanı yapma habzesi

0
478

Xabze’den bir ritüel/adet olarak bahsetmek örf kapsamında değerlendirmekten daha kolay. Kaçma xabzesi, kız isteme xabzesi, yolda yürüme xabzesi vs. Bense hakkımı, uygulamasını demeyeceğim ama varlığını iyi bildiğim tek “ritüel” olan doğru olanı yapma xabzesi hakkında kullanmak isterim. 

Bir gün, ben daha [da] gençken, kamuya açık bir alanda, sırf etraftakilere saygı duymadığımı göstermek için elimden geldiği kadar mütekebbir pozlar takınıp, yakışıksız bir oturuş tarzını sergiliyordum. Aramızdaki özel ilişki biçiminden dolayı bunun, kendisine karşı bir saygısızlık olmadığının farkında olan amcam düzgün oturmam gerektiğini tek kelimeyle özetledi: “ayıp” Ben de; gençlik bu ya, “bunlara mı ayıp olacak” dedim. “Onlar için değil” dedi, “kendimiz için.” Küçük basit bir hikaye. Kendimiz için doğru telakki ettiğimiz, doğrusu bizim için gayet doğal olan davranış biçimini terk etmemek gerektiğine işaret ediyor. 

Daha güzel bir hikaye biliyorum. Sene 1999, Kral TV müzik ödülleri gecesi. Meşhur, Ahmet Kaya’yı  linç hadisesi. Kısaca hatırlatmakta yarar var. Ahmet Kaya ödülünü almak üzere çıktığı kürsüde en yakın zamanda Kürtçe bir şarkı yazıp bir de klip çekmek istediğini beyan ediyor. Sonrası rezalet. Salonda bulunan birbirinden “değerli” sanatçı haricinde Mehmet Aslantuğ da var. Mehmet Aslantuğ’a ne yalan söyleyeyim sırf şu bizim ünlü Çerkes zevzekliğimiz yüzünden her zaman hak ettiği sempatiyi esirgemiştim yıllarca. Bundan birkaç ay önce okuduğum bir yazı vesilesiyle öğrendim ki, o gecede feraset ve vicdan sahibine yakışır şekilde hareket eden ve Ahmet Kaya ve eşini korumaya çalışan tek kişiymiş. İçinde bulunduğu camiadaki kariyerini riske atmak pahasına doğru olanı yapmış yani. 

Niyetim ciddi bir konuyu romantizme bulaştırmak değil. Bütün bunları söze nasıl başlayacağımı bilemediğim için, bir de her dönemeçte sığındığımız derin sessizlik karşısındaki halet-i ruhiyemi yansıtsın diye anlatıyorum aslında. Diğer taraftan hiç olmazsa “Boşnak açılımı” http://img32. imageshack. us/img32/ 938/bstalep. jpg benzeri açıklamalar gelmediği için sevinmiyor da değilim. Görüyorsunuz ya nelerden mutlu oluyorum artık. 

Açılım hakkında, Yalçın Karadaş ve Murat Atrışba’nın yazılarından sonra çok daha vuzuhsuz bir tekrar, yahut ana meselenin kıyısında gezinerek de olsa gündemde tutmak adına minik bir katkı olsun diyerek söze başlayayım. Günlerdir gazetelerde benzer şeyleri okumaktan sıkılmışsınızdır ama kısa bir alıntıdan zarar gelmez. Bakın, Mehmet Bekaroğlu ne [güzel] demiş: 

“Bence sorunu üç başlık altında ele almak gerekir: Türkiye’nin genel anlamda demokrasi ve adalet sorunu, Kürt sorunu ve PKK/terör sorunu. Bu üç sorun birbirinin içine girmiştir. Türkiye, genel anlamda demokrasi ve adalet sorununu çözemeden Kürt sorununu çözemez, Kürt sorununu çözemeden de PKK/terör sorununu çözemez. Genel demokrasi ve Kürt sorununun çözümü için özel bir muhatap aramak gereksizdir. Bunu yapacak olan devletin kendisidir, muhatap ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm yurttaşlarıdır… Esas mesele Türkiye’nin genel anlamda demokratikleştirilmesidir.” 

Hiç izahata yer kalmasın, tespit olsun diye değil ama malumun ilamı babında tekrar edelim ki; bizim demokratikleşmeye pek katkımız olmuyor. Biz dediğim şey bütün biz: kurumlarımız ve ortak paydalı yaralanmış zihniyetimiz. Hak talep etmek gibi bir derdimiz olmadığı gibi kendimizi derdi olanların karşısında konumlandırmaktan çekinmiyoruz da. (dikkat: resmi faşizmin yanında gayri resmi Kürt düşmanlığı) Kültürümüzü koruduğumuz gibi suskunluğumuzu koruyoruz. İşin en “temiz”ini biz biliyoruz: Hak talep etmeyelim, hak talep etmediğimizi her fırsatta beyan edelim. Kürtlere benzemeyelim, Türkler bizi sevsin. Kabul, biraz “kaba” bir özet oldu. Ama ne yapayım, bu kadar kaba düşüncenin ifadesi de kaba oluyor. 

 Oysa doğru olanı yapmak ucuz menfaatlerden daha önemli olmalı. (Bunu asimilasyona karşı deva olarak da öneriyorum) İşin tuhafı kültürü de muhafaza edilmesi gereken bir meta olarak görüp menfaat kapsamına sokuyoruz. Susarak, suskunluktan medet umarak kendi kimliğimizi kendi ellerimizle toprağa gömüyoruz. Üstüne de asimilasyon ağıdı yakıyoruz. 

Bu hak talep eden/sevilmeyene benzememe ve resmi ideolojiye yaranma stratejisi bize hiç yakışmıyor. Kendi işimize bakalım, etliye sütlüye zinhar bulaşmayalımcılara, hastalıklı resmi ideolojinin yavaş yavaş da olsa tedavi sürecine girdiğini ve bu yakışıksız stratejinin “reel politik” için de geçerliliğini yitirdiğini hatırlatmakta fayda var. İhanet-i vataniye şükür ki artık o kadar ucuz değil. Şu yersiz ve yakışıksız korkulardan sıyrılsak, üzerinde yaşadığımız ülkenin hayrını gözetmek için resmi ideolojiye aidiyet kesp etmek gerekmediğini anlasak her şey çok güzel olacak. O zaman belki kurumlarımızın gereken zamanda gereken açıklamaları yapacağı günler gelir de ben de duygusal zırvalamalar yapmak zorunda kalmam. 

Sayı : 2010 04 

Yayınlanma Tarihi: 2010-04-01 00:00:00