“Savaşçı vahşi dağlılarla sadece bu şekilde vahşet ve dehşetle baş edilebilirdi, onları ulaşılmaz ve erişilmez dağlardan çıkarmanın tek yolu buydu”.
Tam 146 yıl sonra, 21 Mayıs’ta bir kez daha “sürgün ve soykırım”ı anacak, bizi kabul ettikleri için ‘minnet’ duyduğumuz ve fakat defalarca daha sürgüne uğrayarak, darmadağın edildiğimiz diasporada ortak hafızamızı tazeleyecek; dilimizi, kimliğimizi ve kültürümüzü törpüleyen koşullara inat, tarihimize sahip çıkacağız.
Bu yıl da ‘sürgün’ ve ‘soykırım’ kavramları tartışmaya açılacak, birileri birilerini “Rusçu’, ‘Amerikancı’, ya da ‘hain’ olmakla suçlayacak.
O zaman kavramlara, ‘niyeten’ veya ‘cahil cesaretiyle’ abanmak yerine, bilimsel literatürdeki karşılıklarına bakmakla işe başlamak gerekir:
Birleşmiş Milletler’in (BM) 1948’de kabul ettiği, 1951’de de yürürlüğe koyduğu “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”nin 2. maddesi “Soykırım Oluşturan Eylemler”i tek tek sıralamıştır.
“Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur:
Gruba mensup olanların öldürülmesi; Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek; Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.”
Görüldüğü gibi Sözleşme; sadece katliamları değil, ‘soykırım’a teşebbüsü bile cezalandırılması gereken bir suç olarak tanımlıyor. Hatta olayda ‘özel kasıt’ ispat edilememesi bile cezayı önlemiyor. Belli bir etnisiteye ait bir halkın ya da bölgenin homojenleştirilmesi, zorla yer değiştirilme, sürgün edilmesi, uzaklaştırılmasına ise ‘Etnik temizlik’ deniyor. Soykırımın bir türü olan “etnik temizlik”, eğer soykırım sözleşmesinde belirtilen şartları içerirse soykırım suçuna girer.
Tartışma yaratan bir diğer nokta da, söz konusu sözleşmenin geçmişe dönük uygulanıp, uygulanamayacağı meselesidir. “Yasa olmadan suç olmaz, daha önce kabul edilmiş yasa olmadan ceza verilemez” genel kabul gören bir hukuk ilkesidir. Ancak; bu kuralın da istisnaları olmuştur. Örneğin bu madde, Nazi suçlularının özel olarak kurulan Nurnberg ve Tokyo mahkemelerinde yargılanmasını ve cezalandırılmalarını engellememiştir.
Rusların ağzından soykırım
Bu noktada; Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği ‘soykırım’ ve ‘etnik temizlik’in Çerkeslere uygulanıp uygulanmadığını hâlâ tartışmakta beis görmeyenlere, yine belgelerle yanıt vererek sürdürelim.
Tamara V. Polovinkina’nın, “Çerkesya- Gönül Yaram” adlı kitabında,
Prof. Dr. A. H. Kasumov’dan alıntılayarak, Çarlık rejiminin Adıgeleri, yaşadıkları bölgelerden kopararak Rusya içinde farklı yerlere sürme planına gösterilen direniş üzerine uygulamaya koyduğu planı şöyle anlatır:
“Rusya içine göç fikrine kesinlikle karşı olduklarını görünce farklı yolu tercih etti ve dağlıları Osmanlı topraklarına sürgün etmeyi kararlaştırdı. General Milyutin’in de yazdığı gibi Şubat 1860’ta Baryatinski Çarla görüşmelerde bizzat bu konuyu gündeme getirmişti. Baryatinski, dağlıların bir kısmının Osmanlı arazilerine sürülebileceği konusunda Çar ve hükümet üyelerini ikna edebildi. Adıgelerin tarihi faciasına yol açan bu korkunç proje işte böyle ortaya çıkmıştı. Baryatinski’ye göre bu araziler sadece sürgün sayesinde Rusya’ya kalabilirdi ve bölgeyi Rusya’ya katmanın tek yolu, onu yerli halktan arındırmaktı. General Fadeyev, bu amacı daha açık ve arsız şekilde ifade etmiştir: “Kuban ötesindeki araziler Rusya’ya lazımdı, fakat oradaki yerli halka hiç lüzum yoktu. Kuban çevresine Rusların iskan edilmesi daha uygun bir yoldur.”
Bu plan gereğince, 1863-1864 kışında Rus birlikler kuzey yamaçlardaki sivil halkı sürmek için harekete geçti. Şapsuğlar ve Abadzehlere yol görünmüştü
Yine aynı kitapta yer alanlara göre; General Fadeyev’in itiraf ettiği gibi, dağlılara karşı açıkça katliam taktiği uygulanıyordu: “Ölenlerin azami yüzde onu savaşta silahla öldürülmüştü, geriye kalan halkın çoğu acımasız şartlarda, kış soğuğunda ormanlarda ve çıplak kayalarda tipi ve don yüzünden, açlık ve hastalıktan yaşamını yitirmişti. Özellikle de kadınlar ve çocuklar arasında ölüm oranı dehşet verici düzeyde idi. Dağlılar Türkiye’ye gönderilmek üzere deniz kıyısında toplandığı zaman onların arasında erkeklere oranla kadın ve çocukların azaldığı hemen belli oluyordu.”
Şubat 1864’te “Abadzehleri yurtlarından çıkarmak ve deniz kıyısına indirmek için” operasyon yapan Pşeho birliğinde yer alan Rus subayı İ. Drozdov ise sürgünün dehşet verici ayrıntılarını şöyle anlatmıştı: “Yolda sarsıcı ve korkunç manzara ile karşılaştık; her tarafta çocuk, kadın ve ihtiyar cesetleri vardı, Açlık ve hastalıktan takatsiz düşmüş, hareket edemeyen, yerlerde sürünen göçmenlerin ayakta duracak halleri yoktu ve açlıktan kudurmuş köpekler onlara daha diriyken saldırıyorlardı.. Çerkeslerin Osmanlı denizcilerinden kiraladıkları teknelerin fırsatçı kaptanları Çerkesleri tıka basa teknelere dolduruyorlardı, insanlar balık istifi gibi Anadolu kıyılarına kadar deniz yolculuğu yapıyorlardı. Bu vahim şartlarda yolculuk resmen işkenceydi. Üstelik ilk hastalık belirtisi bile adamların denize atılması için yeterli gerekçeydi… Göç sırasında iki kıyı arasında dağlıların neredeyse yarısı yaşamını yitirdi.”
Katliam tanığı bu satırların hemen ardından ise “Büyük felaket” diye tanımladığı acımasızlığı şöyle gerekçelendirmişti: “Savaşçı vahşi dağlılarla sadece bu şekilde vahşet ve dehşetle baş edilebilirdi, onları ulaşılmaz ve erişilmez dağlardan çıkarmanın tek yolu buydu”.
Soykırım ve sürgünü tartışmaya yer bırakmayacak biçimde kendi ağızlarından itiraf eden Rus subaylarına rağmen, kabul etmek istemeyenlere söylenecek söz kalmamış demektir.
Diasporik olmayı reddetmek
Tıpkı ‘soykırım’ı reddetmek gibi, bugün de diasporik bir halk olduğumuz gerçeğini reddeden, görmezden gelenlere ise yanıtı, KAFFED Başkan yardımcısı Prof. Dr. Erol Taymaz’a bırakalım. Nart dergisinde yer alan yazısında Taymaz diasporayı şöyle tanımlamıştı:
“Anayurt dışında yaşayan Çerkeslerin bir diaspora oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir, çünkü Çerkesler Cohen’in tanımında belirtilen özelliklerin hemen hepsine sahiptir: Uzun ve yıpratıcı bir savaş sonucu Çarlık Rusyası tarafından anayurttan sürgün ediliş (1864), bu sürgün ve Osmanlı İmparatorluğu’nun iskan politikası sonucu başta Orta Doğu ülkeleri olmak üzere darmadağınık yerleşim, anayurt Kafkasya’nın hala kollektif hafızada önemli bir tutması ve yaşatılan özgün kültürel öğelerin kökeninin anayurt olduğu inancı, sürgünün ilk yıllarında itibaren anayurda dönme özleminin canlı tutulması, vb.”
Bu tanımın ardından da diasporada yaşanların önündeki en büyük sorunun “yok olma tehlikesi” olduğuna dikkat çekerek, önemli bir saptamada bulunuyor:
“Sonuç olarak diaspora kavramı, söz konusu topluluğun aslında yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, bir toplumu diaspora olarak tanımlamak, zorunlu olarak o diasporanın varlığını nasıl sürdürebileceği ve anayurtla ilişkilerinin nasıl olacağı sorularını da beraberinde getirecektir.”
Yani yapmamız gereken, 21 Mayıs üzerinden güç ve çıkar ekseninde, tarihi gerçekliklere olduğu kadar Habze’ye de aykırı yaftalamalar, suçlamalar yöneltmek değil, yok oluşumuzun önüne geçecek birlikleri ve çözümleri yaratmak olmalıdır.
Ya da Tamara V. Polovinkina’nın ‘son sözü’yle; “Tarihin acı olaylarını yeniden karıştırmamak” savı yerine, farkında olmamız gereken şudur:
“Tarihi geçmişin gerçeklerini çarpıtmak, önyargılı yorumlarla değerlendirme yapmak, günlük çıkarlar uğruna tarihteki feci, olumsuz ve hassas konuları yumuşatmak ve görmezden gelmek er veya geç felakete yol açmaktadır.
Ahlak açısından gerçeği saklamak her iki tarafı aşağılar, özellikle de gerçekten korkanı küçük düşürür, öte yandan bu şekilde gerçeği gizlemek gücün değil, güçsüzlüğün göstergesidir…”
JINEPS
Sayı : 2010 04