Ne Demek İstiyoruz? 1. Bölüm

0
506

Türkiye tarihi dönüm noktalarından birini daha yaşıyor. Tıpkı 1924, 1938, 1950, 1961, 1980, 1991, 1997 ve 2003 yolları gibi. Dünya tarihinde de daha ciddi dönüm noktaları vardır şüphesiz: 1789 Fransız devrimi, I. ve II. Dünya Savaşları, İran Devrimi, Sovyet Rusya’nın ve Varşova Paktı’nın dağılması gibi. Bütün bunlara eklemeler yapmak mümkündür ve doğrudur. Konumuz bunu tartışmak değil elbet. Ancak bazı hatırlatmalar yapmak da elzemdir. 

Fransız devriminden itibaren insanlık tarihindeki belirginleşen “ulusallaşma” hareketleri bütün sendelemelerine, sapmalara, faşist sivrilmelere, sosyalist düşmanlıklar doğurmuş olmasına rağmen günümüze kadar süregelmiştir. Bundan sonra da bütün zorlanmalara ve tökezlemelerine rağmen sürüp gidecektir. Ulaşımın ve iletişimin bunca baş döndürücü artışı coğrafi anlamda yereli ve yerel kalmayı sosyolojik olarak köylülüğe denk düşürmüş, buna karşılık olarak da evrenselleşmeyi de modernliğin yeni adresi haline getirmiştir. Tıpkı eskiden şehirli ve köylü kavramlarındaki sosyolojik fark gibi… İşte iki yüz yıllık sorunun önemli olduğu noktada burasıdır. 

Evrensel hareketlilik içerisinde var olan ya da var olmak isteyen yerel toplum ve fikirler, kendi kalitelerinin ne olduğuna bakmaksızın içine düşmekte olduğu yok oluşun bilincine vararak yeniden dirilmeyi istemektedirler. Daha yalın bir ifadeyle bu, şu demektir: Coğrafi sınırlar içinde ya da evrensel sınırsızlık içerisinde sayıca az toplumların yok olama süreçleri, sayıca çok olan toplumlar tarafından algılanıp evrensel var olma haklarına karşı kibar davranmadıkları sürece kitlesel, sürtüşmeler, çekişmeler, çatışmalar ve hatta cinayetler bitmeyecektir. Ancak burada kaybedecek olan şu an baskın durumda olan egemen güçlerdir. Burada bahse konu olan yönetim mekanizmalarıdır. Tıpkı geçmişte imparatorlukların günümüzde Irak Baas iktidarının bittiği gibi… Sayıca az olan toplumların kendi dil, din, milli ve her türlü insani haklarını koruyarak ve aynı coğrafi sınırlar içinde yaşatmanın tek yolu bu toplumların bir arada ve yasal teminat altında var olmalarından ibarettir. Bunun içinde mutlak surette, sayıca az toplumlar, dünyanın neresinde olursa olsun devlet desteği almalı ve evrenselleşmenin getirdiği baş döndürücü harmanlamalardan, ayrıca yerel iktidarların despotik baskılarından korunmalıdırlar. Böylece çoğunluğun sayıca az olanlara baskısı önlenmiş olacaktır. Yani herkes hakkını çoğunluklardan değil hukuktan almış olacaktır. Öyle sanıyorum ki iki yüz yıldır dünyada süregelen ulusallaşma hareketi bugün daha elzem olarak devam edecektir. Bu aynı zamanda sayıca az olan her türlü topluluklar için elzemdir de. Bu lüzumu algılamayan sayıca az olan toplumlar ise sayıca çok olan toplumların içerisinde eriyip gidecektir. Burada konuya bahis olan ulusalcılık değildir elbet. Aslında sayıca az olan toplumların uğradıkları silahlı ya da silahsız baskı son yüzyıl içinde çoğu kez ulasalcılardan gelmiştir. Bu gün için önemli algılama biçimlerinden bir tanesi şudur: Ulusalcılaşmadan ulus olarak var olabilmektir. Tıpkı iki yabancı ailenin apartman kapı komşusu olabildikleri gibi… Haddi zatında 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında imparatorlukların sonunu getiren de yine sayıca az toplumların uğramış oldukları baskı ve yok olma endişeleri olmuştur. Bu sayıca az dini, milli ya da ideolojik toplumlar inanılmaz direnişler göstermişler imparatorlukların zamanlarını tüketmiş; güç, iktidar ve ülkelerini adeta çökertmişlerdir. Ne yazık ki Osmanlı, Almanya, İtalya gibi imparatorlukların çökmesinde başka toplumlara yeterince kullandırmadıkları ulusal haklar varken bu imparatorlukların müdavimleri ulus olarak yeni bir yola girmekten öte, daha çok ulusalcı tekçiliğe yönelmişlerdir. Bu ulusalcı tekçilik II. Dünya Savaşı sonlarına kadar bütün hızıyla devam etmiştir. Elbette ki bu, imparatorlukların çökmesinin tek nedeni değildi ama önemli, hem de çok önemli bir faktörü olmuştur. Şüphesizdir ki bu ayrı bir inceleme konusudur. 

Bir kez daha tekrar etmemde sakınca görmediğim şey şudur: İki yüz yıldır devam eden ulusallaşma hareketi henüz bitmemiştir. Birileri bu projeyi yürütmektedir. Buna direnen devletler vardır elbette. Ancak toplumsal hakları vatandaşlarına kullandırmakta direnen kesimlerin sadece iki seçenekleri görünmektedir: 

  1. Yönetenler, yönetmekte oldukları ülkelerin vatandaşlarına her türlü toplumsal ve evrensel hakları kullandırır. Bu durumda zaten sorun yoktur. Çünkü ülke herkesin, rejim herkesin, bayrak herkesin ve adalet herkesindir. En önemlisi de kimse kimseden hak dilenmemekte, ama herkes hakkını hukuktan eşit olarak almaktadır. Bunun sonucu olarak barış, mutluluk ve kalkınma kaçınılmazdır. Birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi…
  2. Yönetenler, yönetmekte oldukları ülkelerin vatandaşlarına, meşru olan her türlü toplumsal ve evrensel hakları kullandırmazlarsa üç önemli seçenek görünmektedir:
  3. Şu meşhur evrensel insan hakları sonuçta her türlü topluma kullandırtmak; yani ülkeyi demokratik hale getirtmek. Kerhen bile olsa. Türkiye’nin içinde bulunduğu durum örneği budur sanırım.
  4. Bu bir şekilde mümkün değil ise, ülkeyi Federe yapıya zorlamak. Irak, Rusya Federasyonu, Afganistan ve bazı Avrupa ülkeleri örneğinde olduğu gibi…
  5. Federal yapının da olamaması durumunda ise o ülkeyi tamamen bölmek ve her bir halkı bağımsız hale getirmek. Sırbistan örneğinde olduğu gibi…

Unutulmamalıdır ki birlikte olmak bir’leşmek yani tekleşmek değildir. Öteki’yi kabul etmek ve eşit haklar kullanmaktır. Haddi zatında bölünme endişesini yayanlar demokratikleşmeyi yani eşit hak kullanmayı istemeyenlerdir. Bunlar gerçekte farkında olmadan ülkelerin bölünmesine hizmet etmektedirler. Dolayısıyla A seçeneğine direnenler kendi elleriyle C seçeneğini tetiklemektedirler. 

Şimdi bütün bu izahatlardan sonra herkes, içinde bulunduğumuz durumun farkına varmalı ve demokratikleşmeye katkıda bulunmalıdır. Bu artık her vatansever için bir zorunluluktur. Daha önemlisi bu iş bir kez daha sekteye uğratılmamalıdır. Seksenli yılların sonunda olduğu gibi demokratik yolculuk bir kez daha sekteye uğrarsa sanırım B ya da C maddelerinden biri devreye sokulacaktır. 

Demokratikleşmeye direnenler kendilerine Çin ve Arap ülkelerinin mevcut yapılarından hiç cesaret almasınlar. Ve gelecekte, kimse Çin’in ve bazı Arap rejimlerinin böyle devam edebileceklerini de sanmasın. 

Türkiye ciddi bir değişim yaşamaktadır. Becerebilirse eğer sağlıklı bir doğum olacaktır. Bundan sonrası önemli olan mikrop kaptırmamaktır. Her kesin ve her kesimin ciddi bir özeleştiriye ihtiyacı vardır. Artık herkes şimdiye kadar söylediklerini önüne koymalı ve kendine şu soruyu sormalıdır: Bu güne kadar ne dedik ve bundan sonra ne demek istiyoruz?    

 

Sayı : 2010 02