İnsanlar, şimdiye kadar, kendileri hakkında, ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip olmuşlardır. Sahip oldukları ilişkileri, Tanrı hakkındaki, normal insan hakkındaki vb. tasarımlarına uygun olarak düzenlemişlerdir. Kendi beyinlerinin ürünleri, onları yaratan beynin üstüne çıkmıştır. Yaratıcılar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır. Öyleyse onları, boyunduruğu altında ezildikleri kuruntulardan, fikirlerden, dogmalardan, hayali yaratıklardan kurtaralım.
(K.Marx, Alman İdeolojisi, Sol yayınları, s.31)
Yukarıda yapılan alıntıdan hareketle, toplumumuzun ve genel olarak da Türkiyelilerin “kendi tasarımlarına uygun” düzenlemelerine değinelim. Öncelikle bu tasarımlama araçlarının gökten inmediğini söylemeliyim. Bu araçlar, egemenlerin tarif ettiği toplumsal formasyonun ve tarih vizyonunun üretildiği, örgün eğitim, medya, kültür vb. ile toplumun tüm birimlerinde tekrar üretilerek genelleşen, egemenleşen ve en sonunda da resmileşen biçimlerde dayatılırlar. Bu araçların düzenlediği egemenlik mekanizmasının ve kavramsal atmosferin, kavramamızı, tanımlarımızı şekillendirdiği derecede “egemen” olduğunu da bir kenara not edip, daha somut olgularla örneklendirmeye çalışalım.
Günümüzde toplumun her gözesine kadar sinmiş veya sindirilmeye çalışılan, genel kabulleniş ve düzen içi alanlarda yer edinme durumu, bizde de karşılığını bulmakta; kimlik siyaseti, sivil toplumculuk, demokrasicilik, AB’cilik gibi biçimlerde karşımıza çıkmaktadır. Böyle düzen belirlenimli öznelerin, karşımıza çıkıp bir yığın laf söylediklerinde, hiçbir şey söylemediklerini ve ellerinde köklü bir çözümün olmadığını gizleyen örtü, egemenlik mekanizmasına içkinliği ile doğru orantılıdır. Düzeniçi “muhalefet” ne yazık ki hiç “muhalif” değildir. Asimilasyonu, küreselleşmeyi eleştirmeyi alışkanlık edinenlerin, hiç kapitalizmi eleştirmemelerini, bu düzen içi ve kabullenen mantıkları sağlamaktadır. Küreselleşen sermayedir ve bunun türevi toplumsal formasyonda asimilasyonu getirmektedir. Sık sık Anti-emperyalist olduğunu söyleyenler, emperyalizmin kapitalizmin uzantısı olduğunu atlarlar. “Demokrasi” kavramını, devamlı yardıma çağıran bu insanlar, “demokrasinin” kendi düzeneği içinde bile “anti-demokratik” uygulamalarını görmemeyi tercih ederler. Şimdi bu “sınıflar üstü”, gerçekliğin üstünden atlayan kavramlara biraz daha yakından bakalım.
Kimlik siyaseti, genel adlandırması olsa da, bizim kullanacağımız anlamı, “etnik kimlik” bağlamındaki anlamlandırılmasıdır; zira Çerkesler olarak siyasal hayatımızdaki kullanımı da bu yöndedir. Kimlik siyaseti, spekülatif ve reel siyasete fazlaca dolayımla kurduğu bağ oranında, çok sığ ve ancak bir yere eklemlenince anlam kazanan bir kavramdır. Pratikte de kimlik siyaseti liberalizme iliştirilmiş durumdadır. Bir siyasal kategorinin gerçekliği, onun ekonomik/sınıfsal çelişkilere yakınlığıyla veya en az dolayımsızlığıyla ilişkilidir. Kimlik siyaseti, refleksleri çok zayıf hatta birçok siyasal olayı görmeyen/göremeyen bir yönelim olarak, egemenlere hizmet etmek için kusursuzdur. Kesinlikle ezilenler kategorisinin, siyasal sözlüğünden kalkması gerekmektedir. Kimlik siyaseti neyi göremez? Apaçık siyasal gelişmeler olan, yoksulluk, işsizlik, barınma, ücretler ve bunun gibi birçok siyasal ve ekonomik olayı göremez; bunlar Çerkes halkının sorunları değil midir? Ne yazık ki, bu kadar kritik başlıkları ıskalayarak, toplumu apolitikleştirmekte bu bağlamda egemen sınıflara hizmet etmektedir. Bu başlıkları görmeyenler, etkilediği kitlenin görmesini engelleyerek de bir başka hizmeti vardır. Kendi tasarımlarına uydurmak da diyebiliriz, Marx’ın tabiriyle. Kısacası “mızrak çuvala sığmaz”…
Bir başka, yönelim olarak ta sivil toplumculuğu örnek verebiliriz. Cemaatlerin sivil toplum kuruluşları olduğunun, Hizbullah’ın milletvekili çıkarmasının tartışıldığı günümüzü referans alırsak; bir hayli kirliliğin ürediği kabarık siciliyle, önümüzde durmaktadır sivil toplumculuk. Nedir bu sivil toplum? Türkiye’de kullanım şekli bana kalırsa, sınıfların ve özellikle işçi sınıfının ideolojik, örgütsel, siyasal alandan, ekonomik alana itilmesi biçimde gerçekleşiyor. Böylece de bütün düşünsel, ideolojik, siyasal ortam sınıflar üstü bir düzleme gelmiş oluyor. Yukarıda değindiğim “kimlik siyasetiyle” ne kadar örtüşüyor değil mi? Bu sınıflar üstü ortamda at koşturmak, atıp tutmak çok kolay oluyor, doğal olarak. Beş benzemeze, çoğulculuk, kalabalığa, çeşitlilik demek; hiçbir aklı-selim düzlemde mümkün olamayacak olması, bu düzlemi tutuculuk derecesinde savunmalarını daha kolay anlamamızı sağlamaktadır.
Demokrasicilik de yegane kavramımız olarak, siyasal alanımızı işgal eden, bir başka “bir şey dememe” biçimi. Bu her derde deva kavram, gerçekten her derde deva mıdır? Bu herkesin kullanımına açık kavramı, ABD Irak’a getirmişti, nice canlar almasına rağmen hala gelememesi önemli değil; canlar feda demokrasiye… Kısacası bir kavram olarak demokrasi, tekil olarak bir anlam ifade etmemektedir. (Bu özelliğinden dolayı da çok kullanılır.) Anca bir kavramı tamamlayan olarak kullanıldığında anlamlı olur, (sosyalist demokrasi, liberal demokrasi, vb.) Diğer kavramlara yapmaya çalıştığım teorik bakışı, demokrasi için yapmayacağım; zira anlamı yoktur. Herşey ortadadır, güncel siyasal somut olgular gösteriyor ki, Tekel işçilerine, öğrencilere özetle gerçekten muhalefet edenlere işlemiyor bu kavram. Ya sevip ya terk etmek gerekiyorsa, yalın anlamıyla bu kavramı terketmekte fayda var…
Yukarıda ki örneklerde olduğu gibi birçok biçimde karşımıza çıkan, yalnız içerikte birleşen bu öznel çabaların romantizmi ve ufuk darlığı, perspektifsizliğe, apolitikliğe, milliyetçiliğe çark etmektedir. Buna bağlı olarak, nesnel koşulların iyi analiz edilemediği durumlarda öznel ve spekülatif söylemlerin gelişmesi, çözümsüzlüğe ve örgütsüzlüğe düğümlenmektedir. Bu çözümsüzlük ve örgütlenememe haline eşlik eden umutsuzluk ve zaten yaygın biçimde yerleşiklik kazanan köklü bir değişimin söz konusu olamayacağı kanısı, ne tarihsel ne güncel olarak gerçekliği yansıtmamakta olduğunu insanlığın tarihindeki devrimler, zorbalığa karşı mücadeleler kanıtlamaktadır.
Sonuç olarak, egemen ideolojinin belirlenimi egemenelere hizmet etmektedir. Türkiye’de, Kafkasya’nın 4-5 katı Çerkesin yaşaması, Çerkeslerin bu siyasal alanda söz söylemelerini zorunlu kılar. Nasıl? Bu yukarıda da değinildiği gibi, Türkiye’de eşitsizliğin, gericiliğin, çürümenin, yozlaşmanın karşısına dikilmek ve Türkiye’de tüm bu hoşnutsuzluğun “cephesini örgütlemek” şekliyle ilerici ve tarihsel olarak anlamlı olacaktır. Salt etnik kimlik, yalın anlamıyla demokrasi (düzen demokrasisi), belirlenimli, sivil toplum etkinliklerinin fazlaca abartıldığı siyasal yönelim, hoşnutsuzluğun tümünü kapsamayan ve hoşnutsuzluğu etkin bir söyleme dönüştüremeyen biçimiyle çok zayıf, güncel kalacaktır; tarihsel mirası taşıyamamanın, el yordamıyla çözüm üretmenin bedelini, gelecek kuşaklar ağır ödeyeceklerdir. Çerkesler olarak, yaşadığımız hayattan duyduğumuz hoşnutsuzluğun “tümünü kapsayan alternatifi” zorlamalıyız. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların, kazanacakları bir dünya olduğunun bilincini yaygınlaştırmalı; direncini, cephesini kurmalıyız.
Sayı : 2011 02