Modernite ve Ulus-Devlet

0
1393
‘Modernite’yi değilse de post-modern kavramını 81 yılında bir master öğrencisi iken duydum ilk. Başka alanlarda henüz esamesi okunmayan bir kavramdı bu, en azından Türkiye’de. 10 öğrenci ve 2 hoca ile ne demek olduğunu ve bunun çizgiye nasıl yansıyabileceğini anlayabilmek için didindiğimizi iyi hatırlıyorum. Nihayetinde sol görüşlü modernistlerdik farkında olmasak ta. Konu mimarlıktı ve modernite sanayi toplumunun bir gereği olarak bütün dünya mimarisini aynılaştırmaya girişmişti. Sanayi ürünü malzemeler ve pozitivizmin prensipleri her yerde yaygınlaşıyor ve bütün mimarlar tarafından kullanılıyordu.
İmparatorluk çağı ve feodalizmin binalarında var olan (barok vs.) süslemelerden ve farklılıklardan arınma işine girişilmişti. Esas olan fonksiyon ve seri üretime uygun bir basitlikti. (Tek dil) Bu biraz da zorunluluk olarak ortaya çıkmış bir şeydi. Topraktan kopan serfler kentlere yığılıyor ve konut ihtiyacı çığ gibi büyüyordu.
Aynılaştırma, bu ihtiyacın ve bu anlayışın eseri olarak sürdü gitti. Artık ne coğrafya ve iklimsel özellikler şekillendiriyordu mimariyi ne de kültürel farklar nedeniyle var olan yaşam biçimleri. New-York’un cam binalarına benzer binaları Alaska veya Malezya’da görmek mümkündü. Mimari-modernite tek bir üslupla eski kültür ve geleneklerin mirasını silip süpürüyordu.
İtiraz bir süre sonra çıktı geldi.
Yetmişli yılların sonlarında, bu sıkıcı aynılaştırmaya karşı projeler gelişmeye başladı. Philip Johnson adlı bir mimar, önünde Roma sütunları olan ve finişi Roma taklarına benzer bir bina yaptı New-York’ta (şimdiki Sony binası), ve doğal olarak modernistlerden çok saldırgan eleştiriler aldı. Onun cevabı ise belki eserinden bile ünlüydü o zamanlar ve şöyle bitiyordu; ‘Üstelik ben beğeniyorum, size ne oluyor?’
Bu ve benzeri ‘post modern’ itirazlar etkili oldu biraz ve belki tam da bu sayede Akdeniz şapelleri, Japon evleri, Osmanlı konakları ve Toskana evlerinin değeri tekrar anlaşıldı. Modern bir fonksiyonu olacaktı binanın evet ama o coğrafyanın ve o kültürün eseri olmalıydı mimari. Yani, soysuz değil.
Dubrovnik şehrini Dubrovnik yapan şey buydu, hakeza Prag şehrini özgün kılan.
******************
Modernite ortaya yeni çıktığı dönemlerde bireyi öne çıkarıyor ve özgürleşmeyi ima ediyordu. İnsanlık efsunluydu ve onu özgürleştirmek için bağlarından koparmak gerekiyordu. Toprağa ve bu nedenle feodallere bağlıydı ve bir de zihinsel olarak Din’e. Topraktan koparıp, emeğini daha özgürce değerlendirebileceği bir statüye kavuşturulmalı idi ve bir de zihnini hurafelerden kurtarmak gerekiyordu, yani dinden. Bir süre sonra bunun kendiliğinden olamayacağı kanaatine varan ‘Modern’ ler, bunun şekillendirmesi işine giriştiler. Ortaçağda hurafeler vardı gerçekten ve ‘dini otorite’ insanların bu konudaki bilgisizliğinden yararlanıyordu. Ama mutlak bir otorite değildi bu, çünkü din nihayetinde insan ile tanrı arasında kurulan bir ilişki idi. Modern, o gevşek otoriteyi çok daha emredici bir şekilde devraldı. Sonunda onlara yurttaş kimliği vermişti ama zihinlerdeki hurafenin yerini başka bir hurafe ile doldurmuştu: Milliyetçilik. Ulusu için ölmeye hazır milyonlarca insan çıktı orta yere.
Marksistler sınıf temelinde bir ortak payda ile meseleye müdahale etmeye çalıştılarsa da başaramadılar. ‘Sovyet’ paydası zihinsel boşluğu doldurmaya yetmedi.
Diğer ülkelere göre epey monoblok bir yapı gösteren ve içinde farklı milliyetlerin pek olmadığı Almanya’da, ulus-devletin dönüştüğü şey faşizm oldu. Ve bedeli insanlık tarafından çok ağır ödendi. Fransa sanırım 5-6 farklı dil ve kültürü erken davranıp asimile etti ve üten ütmüş oldu. Bizim gibi bu konuda geç kalmış ülkelerde ise çok sorunlu bir idari düzen olarak sürüyor.
Burada iki ayrı örnek var. Farklılıkları sancılı bir şekilde asimile edip aynılaştıran Fransa var. Çok uğraştı bu işle, onları yurttaş yapmıştı ama valonluklarını ve eski dillerini almıştı ellerinden. Kötü bir şey. Diğerinin böyle derdi yoktu çok fazla, o da komşularına ve dünyaya hükmetmek istedi, üstün bir ulus-devlet olmanın gereği olarak.
Mahçupyan, ‘Ulus-devlet; ahlakı elinden alınmış insanlığın kendi kendisine koyduğu lanettir’ diyor ve ekliyor ‘gelecek böyle olmayacak’.
Ben aynı sertlikte bakamıyorum belki ama insanlığın başına ciddi belalar açtığı da yadsınamaz. Benim mimarlık anlayışım, coğrafya ve bölgesel kültüre saygıyı içeriyor ve aynılaştırıcı bir ‘Modern’ değilim artık. Toplumların yaşam biçimine ve devlet düzenine bakış açım da aynı sayılır.
CARI.

Sayı: 2011 05