İmparatorlukların çökmesi en şiddetlisinden bir deprem gibidir. O koca yapı kof hale gelmişse de, içinde hala pek çok insan yaşamaktadır.
Ancak yapının daha fazla ayakta kalamayacağı, her gün aralıksız dökülen sıvalarından, düşen pencerelerinden anlaşılmaktadır. Son bir umut yapılan tadilatlar da işe yaramaz, artık bina çivi tutmamaktadır. Depremin geleceği gün gibi aşikar iken, yapının sakinlerinin gidecek yerleri yoktur, çaresizce kaderlerinin onlara ne hazırladığını beklerler.
Osmanlı Devleti de, aslında ta Kanuni Sultan Süleyman, yani Osmanlı’nın en kudretli sayıldığı dönemde gerilemeye başlamıştı. Bu gerilemenin şifresi, o sırada Rönesans ve Aydınlanma kaynaklı bir bilinç sıçraması yapan Avrupa’nın geçirdiği değişimi anlamamakta yatıyordu.
Bu anlamama durumu, Osmanlı’nın son yüzyılında da farklı bir biçime dönüşerek devam etti. Ziya ve Reşit paşalar gibi reformcu Osmanlı devlet adamları, Tanzimat, Islahat fermanlarını tepede kotardılar. Formül belliydi: Batı bizim bileğimizi büktü. O zaman yaptıklarını taklit ederek, onlara karşı mücadele edebilir ve yıkılmaktan kurtulabiliriz. Hatta eski gücümüze dahi kavuşabiliriz.
II. Mahmut dönemindeki reformların kapsamı sadece ordunun modernleştirilmesiydi. Daha sonra da bu bürokrasiyi kapsayarak devam etti, ama yine ordu temelli oldu. Millet sistemine göre yaşamaya alışmış Osmanlı halklarına Tanzimat ve Islahat Fermanlarında kendine yer bulan Batılı demokrasi değerlerini anlatmak çok zordu. Kaldı ki, bu yeni kurallara karşı devletin içinde de ciddi direnç vardı. Yarım yamalak uygulandı, daha çok içerideki kırılgan gayrimüslimlerin eşitlenmeye öfke üzerinden hedef olmalarını, Rusya ve İngiltere gibi emperyallerin Osmanlı’nın içişlerine müdahale etmesine yol açtı.
Bu müdahaleler, özellikle Abdülhamit döneminde devletin kendi gayrimüslim tebalarına tehdit olarak bakmasına yol açtı. Ciddi asayiş sorunları, vergi adaletsizlikleri ve talanlarla boğuşan Hıristiyan tebaalar çok ciddi bir kırımdan geçiyorlardı.
Dünya Savaşı’nda ise İttihat ve Terakki’nin çılgın paşaları bu işi kökten halletmeye kararlıydılar. Arkalarında Almanya’nın desteği vardı.
1915 soykırımı yaşandı. Tarihimize bir kara leke olarak geçti.
Dünya hegemonlar tarafından yeniden paylaşılıyordu ve Osmanlı artık olmaması gereken bir ülkeydi. Bu esnadan Rusya’da kuzeyden güneye doğru Çerkes boyları başta olmak üzere önüne kattıkları halkları soykırıma uğratarak inme gayretindeydi. Muvaffak da oldu. Büyük Çerkes soykırımı ile Çerkes boylarının büyük kısmı çökmekte olan Müslüman Osmanlı Devleti’ne sığındılar.
Çoğunlukla Marmara, Ege ve Doğu’da buradaki gayrimüslim nüfusun etrafına ve içine yerleştirildiler. Çerkesler, Osmanlı’ya sığınmanın bedelini kimliklerinden vazgeçip Türkleşerek, bazen de İttihatçıların kirli işlerini yaparak ödediler. Hala da bugün, Çerkeslerin kendi kimliklerini hatırlama çabaları “ihanet” olarak görülüyor. Üstelik bu lince bizzat Çerkes kimlikleri ile bilinen Murat Bardakçı, Altemur Kılıç gibileri öncülük ediyorlar.
Ben iki taraftan soykırım mağduru bir ailenin evladıyım. Rahmetli annem Çerkes, babam ise Ermeni.
Babam hayatı boyunca Ermeni olmasının bedelini ödedi bu ülkede. Annem ise boyunu dahi bilmeyecek kadar asimile olmuş bir Çerkes kadınıydı.
Bu işte bir yanlış yok mu?
Bu cumhuriyetin kuruluşu sorunlu. Bu tarihe yapılacak bir şey yok. Ama ya bugün? Hala kuruluş hatalarını tekrarlayıp durmak zorunda mıyız? Hala bir etnik tanım içine, kesilerek biçilerek, hakarete uğrayarak sokulmak, biçimlendirilmek zorunda mıyız? Artık 1920’lerdeki gibi seçme şansımız yok mu? Özgür değil miyiz? Bu ülkeyi yeniden tanımlayıp, kimsenin bize nasıl yapmamızı buyurmadığı bir ülkeyi baştan kuramayız mı?
Kimsenin alt kimliğinin bir dezavantaj olmadığı, asimile olmak şartı aranmadan vatandaş olmanın geniş ve hür imkanlarında onurlanmaya ne kadar ihtiyacımız var halbuki.
Benim çok ihtiyacım var. Ermeni dendiğinde bütün kafaların “Kimmiş bu hain” diye dönüp bakmadığı, hatta etnik kimliklerin tamamen önemsizleştiği bir ülkede yaşamak istiyorum. Ama o ülke Amerika veya Norveç değil, benim vatanım, yani Türkiye olmalı.
Çünkü benim memleketim burası!
Buna Kürt, Türk, Çerkes, Laz, Azeri, Ermeni, Rum herkesin hakkı var. İane değil, hakkımızı istiyoruz sadece. İnsanca yaşama hakkı bu.
Kimliğini reddetmeye zorlanan, dilini öğrenip öğretemeyen, inancını yaşayamayan, devletin her kademesinde kendini inkar etmeden yer bulamayan insanlar, insanlıktan çıkarılmış demektir.
Biz insanca olmayan bir 88 yıl geçirdik. Kendi ülkemizde hürriyet sürgünleri olduk. Çift kimlikler geliştirdik, ikiyüzlü olmaya zorlandık, bir kobay gibi elimizi kolumuzu koparıp verdiğimiz tepkiye baktılar, tepki verince de tamamen öldürdüler.
Sabahattin Ali’ler, Hrant Dink’ler gibi…
Bu nedenle, ister Çerkes, ister Ermeni, isterse Kürt olsun, özgürlük için hep birlikte barışçıl yöntemlerle ama inatla mücadele verelim.
Tarihi sürekli tekrarlayanlardan olmayalım.
Sayı : 2011 06