Hayata Sürgün Kadın Öyküleri

0
449

I.

“Artık alışkanlığa dönmüş bir refleksle elim karnıma gidiyor. Ne zaman bu kadar alıştım bir türlü anlayamıyorum. Eskiden olsa bir acizlik işareti gibi gördüğüm bu hareket, şimdi dünyanın en şefkatli dokunuşu gibi geliyor. Derimin altında içimin ta derinlerinde tüm canlı hayatın vücut bulduğu o küçük keseciğin içinde atan kalp, beni hayata bağlayan yegane bağ oldu. Daha boyutlarını bile tam olarak algılayamadığım bu küçük canlının kalp atışları, sanki küçücük kan pıhtısından ibaret vücudundan keseciğe, oradan rahmime, oradan karnıma ve tüm vücuduma, vücudumun her bir iliğine işleyip yayıldıkça, kalp atışları yani bir kulağın çıplak olarak duymasının imkansız olduğu o varla yok arası tizden de tiz ses, bir tik tak’tan ibaret olmaktan çıkıp bana neden hayatta kalmam gerektiğini anlatan bir çığlık oluyor ve kulaklarımdan hiç gitmiyor. Çok daraldığım zamanlarda kendi içimin ezgisini dinlemeye alışkınım da bu çığlık ne zamandır bana bu kadar normal geliyor, ne zamandır bunu duymaya bu kadar alıştım hiç hatırlamıyorum. Bu küçük kalp atmaya devam ettikçe kız mı erkek mi, sarışın mı kumral mı, renkli gözleri ışıl ışıl olacağını tam da bilemediğim bu tüm cinsiyetlerden ve şekillerden uzak ve doğrusu dinmek bilmeyen sesi de olmasa hissetmekte bile zorlanacağım bir gölge bin bir türlü oyunlar oynuyor sanki içimde. Sonsuz yeşiller, sonsuz maviler birbirine karışıyor, karıştıkça daha bir renkleniyor her yer. İçim bu renklere boyanıyor. Böyle mavinin en mavisi, yeşilin en yeşili başka nerde olabilir ki zaten. En çok nerde bu kadar kaygısız, korkusuz koşup oynanabilir ki? Daha korunaklı bir yer olabilir mi yaşamak için? Ne garip yaşamaya başlayacağımız bu sıfır noktasından ilerideki tüm noktalar tekinsiz geliyor. Düşünüyorum da anne karnından daha korunaklı bir yer var mı? Ama bulamıyorum. Aslında olmadığını da biliyorum. Çünkü bunu yaşayarak, yaralanarak ve kanayarak öğrendim. Bir zamanlar yani küçük bir çocukken, daha kirlenmemişken hayat, daha hayat karşısında tamken ve daha hiç eksilmemişkenki çocukluğumun en güvenilir,en sarıp sarmalayan sokak araları, ağaç altları, duvar dipleri, boy boy başaklı sapsarı bir kilim gibi göz alabildiğine uzanan tarlaları, eski zaman masallarındaki devlerin hoyratlığıyla yıkılıp yağmalandığından beri eskiden güvenli bildiğim hiçbir yer güvenilir gelmiyor. Üstelik sığınabileceğim bir anne karnı da yok. O yüzden bebeğim bana göre epey şanslı, en azından şimdilik. Yani en azından O’nu içimde tutmayı başarabildiğim zaman süresince. O ordayken kaygısızca gözlerimi kapayıp derin uykulara dalabilirim. O koyu renkleri henüz bilmiyor nasılsa aydınlık rüyalar görebilir. Belki ben de görebilirim. Ne güzel! Oysa ben kök saldığım topraklardan sökülüp alınıyorken, bilmediğim duymadığım uzaklara savrulurken ve aidiyet duygusunun ne olduğunu unutmaya yüz tutmuşken bu küçük canlının bana sıkı sıkı tutunmasına, kök salmasına gıptayla karışık bir heves duyuyorum aslında. Henüz bir hayata bile başlamamış, varlığının tek işareti varla yok arası kalp atışları olan bu küçük canlı benden daha dik duruyor sanki hayat karşısında. Ben ise şimdiden yeniğim.
Gücümün kalan son kırıntılarını da gemiye binebilmek için harcadım. Artık değil ayakta durmak ya da hareket etmek gözlerimi bile açık tutmakta zorlanıyorum. Aslında ne açlık, ne yorgunluk, ne de bitmek tükenmek bilmeyen bekleme saatleri oldu beni böyle güçsüz bırakan. Yılgınlığın ve kabul etmişliğin, yenilginin ve en fazlası da baş eğmiş olmanın verdiği bir güçsüzlük bu. İnsan içinde bu kadar büyük bir boşlukla nasıl yaşar bir türlü anlayamıyorum. Yurtsuzluğun verdiği boşluğu doldurmaya ne yeter? Nerden özsuyuna ulaşacak da iyi olacak yaralı bedenlerimiz? Başka topraklardan yapılma damların altında, başka topraklardan yetişenleri karıp da merhem yapabilecek miyiz yaralarımıza? Her biri şimdiye kadar nadide birer bitki gibi kendi toprağında, alışkın olduğu kadar güneşin altında ve toprağına koparılmaz sanılan kökler salarak yetişmeye alışmış olan bu insanlar yani biz, ayrık otları gibi fırlatılmışken topraklarımızdan hangi toprak, hangi güneş, hangi su bizi yeşertmeye, kök salmaya, oğul vermeye ya da değil tüm bunları yapmaya sadece nefes alıp vermemize olanak verebilecek? Benim çocuğumun hiç bir zaman bir yurdu olmayacak. Vatanıma, vatanımıza ait bildiğim, yaşadığım, sevdiğim her şeyi bir çırpıda O’na anlatmalıyım. İçime düşen bu alev alev yangının ateşini onun da yüreğine düşürmeliyim. Keşke şimdi doğmuş olsaydı da şimdiden başlayabilseydik anılarımızı ve acılarımızı biriktirebilmeye. Unutmamalı ve herşeyi paylaşmalıyım. Çocukluğumdan beri aklımda, gözlerimde, kulaklarımda biriktirdiğim tüm renkleri, görüntüleri, sesleri kaybetmemek için bugünden itibaren anlatmalıyım O’na. Doğmasını beklemek gereksiz. Eğer karnına bağlı bir bağ yediğim içtiğim her şeyin özünü O’na götürmeye yarıyorsa anlatacaklarımı neden götürmesin ki? Hem hayat dediğimiz şey sadece yediklerimiz ve içtiklerimiz üzerine inşa edilmeyecek ki, biz hayatımızı bağlılıklarımızı, adetlerimizi, toprağımızı ve acılarımızı unutmayarak kurabiliriz. Bak işte şimdiden bile çoğul konuşmaya alıştım O’nla. Bu bile biraz da olsa rahatlatmaya yarıyor beni, yani ben değil de biz diyebilmek. İşte bunun için unutmayacağım hiçbir şeyi unutmayacağız. Hepsini anlatacağım O’na. Haftalardır kulaklarımda çınlayan bu tiz sese her şeyi anlatacağım. Böylelikle bu tiz sesle beraber tüm geride bıraktıklarım, çocukluğum, gençliğim, sevinçlerim en çok da acılarım tüm iliklerime kadar dolaşacak ve hiçbir zaman unutulmayacak. Herşeyi biriktirebileceğim, hiç eksiltmeden her şeyi.”
Binbir türlü belirsizliğin aklının içinde hareket etmesine ve gölgelerinin yüzüne düşüyor olmasına rağmen hafifçe gülümsedi Tameris. Sonra bu engel olamadığı gülümseme yüzünden keskin bir suçluluk duydu. Gülmek şu içinde bulundukları durumda yapılabilecek en son şeydi çünkü. Yurtlarından atılmışlardı, açtılar, bin bir türlü hastalıkla boğuşuyorlardı, çok hayatlar bırakmışlardı geride, hele çok da ölüler. Hayatlarının bundan sonraki kısmı geride bıraktıkları boşlukları doldurmakla geçecekti o muhakkaktı. Ama bu yılgınlık, bu haksızlık, bu yok sayılma duygusuyla yaşamayı nasıl başarabileceklerdi onu hiç bilemiyordu. Yarı kapanmış gözleriyle etrafına baktı. İşte o an farkına vardı ne kadar çok olduklarının ve irkildi. Bu yaşlı geminin bu kadar insan yüküyle nasıl ilerleyebildiğini anlayamıyordu.
Dışardan bakıldığında gemi sırtındaki ağır yükten hareket etmekte zorlanan ve her an silkeleyip bu yükü atıverecek bir hayvan gibi görünüyordu. Sanki gemi hemen şimdi silkelenecekmiş gibi ellerini sıkıca oturduğu yere kilitledi. O çok sevdiği, çarşaf çarşaf kıvrımlarını seyretmenin dünyanın en huzur verici şeyi olduğuna inandığı bu denizin şimdi kendine sonsuz bir kara delik gibi görünmesi içini ürpertti. Bu denizin simsiyah derinliğinde yitip giden nice umutlar, gülüşler ve sevinçler vardı. Gözlerini sıkı sıkı kapatmaya uğraştı ama beceremedi. Her denediğinde başka suratlar, başka vücutlar takıldı gözüne.
Kadınlar, erkekler, yaşlılar, çocuklar, ah o çocuklar. Çocuklar kendilerine göre daha mı şanslıydı acaba? Çünkü onlar en azından ana vatan ne demektir hiç bilemeyeceklerdi. Onların vatanı, tüm hatıralarına ev sahipliği yapacak olan yeni yerleştikleri ülkeler olacaktı. Bir ülke nasıl ve ne şekilde vatan olur onlar bunu hiç bilmeyeceklerdi. Ya da belki en büyük şanssızlıkları bu duyguyu hiç bilemeyecek olmalarıydı. Kahretsin ne kadar çoğuz diye düşündü. İlk kez kendi ırkının çokluğundan utandı. Bu zulmü görenlerin sayısının artmasından kendi payına koca bir suçluluk duygusu kapladı içini. Halbuki O’nun yapabileceği ne vardı ki? Çok yorgundu. Sanki yanıbaşındaki tüm kalabalık göz kapaklarının üstünde oturuyormuş gibi ağırlık vardı gözlerinin üzerinde. İlk soluduğu zaman midesini alt üst eden ama geçen saatler boyunca solumaktan artık tam da ayırdımına varamadığı pas ve tuzlu su kokuları arasında gözlerini kapadı. Göz kapaklarının üstüne yerleşmiş tüm kalabalık kirpiklerini de aşıp eteğine dökülmüş zannetti. Aceleyle geri açtı gözlerini. Küçükken de bir uçurumdan düşmüş  ya da kocaman kara bir deliğe adımını atmış gibi uykusu bölündüğünde böyle irkilerek uyanırdı. Mutlu çocukluk günleri belli belirsiz bir gülümseme oldu dudağının kenarında ve uyudu.

II.

Şhaguaşe hırçın akar, deli akar. Dans eder gibi geçer Adige topraklarını boydan boya. Her nehir yatağını böyle sarar sahiplenir mi bilinmez ama Şhaguaşe akarken insan onla birlikte yerin yedi kat altına inen kökleri olduğunun ve akan kısmın sadece bu köklerin yeryüzüne baktığı, yeryüzüne bir armağan gibi bereketli sular bıraktığı kısımları olduğunu düşünür. O,bu toprakların bir parçasıdır. Kökleri de bu topraklardadır. Durmadan hareket etmesi bu toprakların her bir noktasını görebilmek, elini üstünden hiç eksik etmemek içindir. Şhaguaşe belki de Psıtha’nın en gözde çocuğudur, gözünün nuru, biricik kıymetlisidir.
Çocukluğu işte bu nehrin kenarında geçti Tameris’in. Nehre bırakılmış dallar üstünde hayalleri dolandı çok kez vatan topraklarını bir uçtan diğer uca. Kimi zaman bir çakıl taşı oldu en dipte ve üzerinden akıp geçti sular, kimi zaman bir ağaç oldu nehir kıyısında, kökünü saldı derinlere ve yürüttü Şhaguaşe nin suyunu tüm dallarına. En çok da hayaller kurardı küçükken. Aslında neden hayallerindeki hayatında değil de şimdiki hayatında yaşadığını hiç anlayamazdı. Annesi bir bezden bebek yapmıştı. Eline aldığı ilk andan itibaren o artık bezden bir bebek değil en yakın arkadaşı olmuştu. Bu dünyanın en uyumlu, en sessiz arkadaşıydı Nefin. Çok uzaklardan geldiğine inanıyordu O’nun. Geçmişe dair en çok özlem duyduğu zamanlar hiç şüphesiz kaygıların değil seviçlerin, ölüm korkularının değil güvenin, yurtsuzluğun değil sıcacık evlerin olduğu o en güzel çocukluk yıllarıydı. İşte bu yüzden daldığı ürkek uykuda kendini birden Şhaguaşe’nin kenarında buldu, yani çocukluğunda.
“Acaba bu güneşin üstünde oynayan çocuklar var mı? Varsa eğer gerçekten çok dayanıklı olmalılar. Baksana bize bu kadar uzak olmasına rağmen ben gözlerimi bile açamıyorum sıcaktan. İyi ki kocaman yapraklı ağaçlar var. Yoksa nasıl kaçacaktık bu sıcaktan? Acaba ağaçların üstüne çıksak güneşe yetişir miyiz Nefin? Görebilir miyiz orda oynayan çocukları? Acaba senin geldiğin yer mi daha uzak güneş mi?” Nefin her zamanki sessizliği ile karşıladı bu soruları. Gerçekten de güneşin bu kadar yakıcı olduğu başka bir gün yaşamamışlardı. Nefin’in elini çeke çeke ağaçların gölgeliğine doğru koştu. O’nu sırtını ağaca yaslatarak oturttu. Dün yaptığı topraktan çanakları sakladığı yerden çıkardı. Karnını doyurdu arkadaşının. Bir taraftan yemek yediriyor, bir taraftan da ninesinden geçen gece dinlediği masalları anlatıyordu O’na. Çok seviyordu ninesinin anlattığı masalları çünkü sonları hep güzel bitiyordu. Tam masalın en güzel yerine yani mutlu sona yaklaşıyorlardı ki, uzaktan çok derinlerden annesinin sesini duydu. Annesinin sesi bu dünyada olabilecek ezgilerin en güzeliydi. Topraktan yapılma kaşığını yere bıraktı. Düşer düşmez paramparça oldu kaşık. Tam annesinin sesine doğru gitmek için kalkmıştı ki, ayağı Nefin’e takıldı ve sessiz arkadaşı kendine yakışır biçimde sessiz sakin yuvarlanıverdi nehire. Arkasından baktı önce. Sonra bir el omzundan tutup da itmiş gibi o da peşisıra atladı nehire. Şhaguaşe’nin hırçın dalgaları döver gibi çarptı yüzüne, vücuduna. Arkadaşını kurtaramadığı gibi kendisi de hırçın dalgalara kapılmış nefes bile alamadan gidiyordu. Beyaz köpüklü mavi dalgalar gittikçe karardı. Teslim oldu bu kara dalgalara. Bedeni kara dalgaların peşisıra sürüklendi. Daldığı kara deliğin içinde annesinin suretini gördü en son. Suret elini uzattı O’na ve “benim adım Almestin, gel benimle” dedi. Nasıl gitmesindi. Bıraktı kendini ve nefesi bitti.

III.

Daldığı gibi ürkerek uyandı uykusundan. Tıpkı rüyasındaki gibi nefes almakta zorluk çekti. Kesik kesik solumalardan sonra derin bir nefes alabildi. Pas kokusunu burnunun direğine kadar çekmiş oldu. İşte o an en az pas kokusu kadar keskin bir sancı taşıdığını farketti karnında. İçi sökülüyordu sanki. Eli karnına gitti hemen. Zaten iki büklüm oturduğu yerde bacaklarını karnıyla bitiştirecek kadar sıkı sıkıya çekti kendine doğru ve içinden akıp giden şeyin farkına vardı. İçinin duvarlarına tutulu bir çift küçük el yorulmuş ve vazgeçmişti tutunmaktan. Çok vazgeçişler yaşamıştı da, bu kadar ağırını hiç yaşamamıştı. Gitme Almestin diye bir mırıltı çıkabildi dudaklarından. Gitme annesiz, babasız, babansız, yurtsuz beni sensiz de bırakıp gitme.
Leyla Kar

Sayı : 2011 06