Khabze ve Biz..

0
416

“Bilinç korkunç bir lanettir. Düşünürsün, hissedersin, aci çekersin…”

John Malkovich Olmak

Machiavelli, 1513 yılında yazılmış olan ve 1532′de basılan Hükümdar adlı eserinde kendi kanunları altında ve hürriyet içinde yaşamaya alışmış bir devletin kontrol altında tutulabilmesi için üç metod ileri sürmektedir. Birincisi, o devleti tamamen ortadan kaldırmak, ikincisi, şahsen oraya gidip orada oturmaktır. Üçüncüsü ise onu kendi kanunları ile yaşamaya bırakmaktır. Machiavelli düşüncelerini şu şekilde ifade etmektedir: “Unutulmamalıdır ki kalabalıklar karakter bakımından güvenilmez olurlar, onları bir şeye inandırmak kolay olmakla birlikte aynı inançta tutmak zordur. Kuvvetle bir yeri ele geçirmek isteyen bir kimse oraya vermek istediği zararı bir darbede açabilmek için acele etmeli, böylece her gün yeni bir hoşnutsuzluk yaratmak zorunda kalmamalı, halka artık bunların sona erdiği intibaını vermeli ki, faydalı işler yaparak onların gönlünü kazansın.”
İfade ettiği gibi, Machiavelli’ye göre Devletin menfaatleri uğruna herşey mübahtır ve devlet hayatı ile özel hayatın ahlaki ölçütleri birbirinden farklıdır. Bu doktrine göre, bir devlet adamının suç sayılacak hile ve şiddet yollarına başvurması dahi normaldir. Bir toplumun Devlet anlayışı ile o toplumun önkabulleri ve yaşayış biçimi de karşılıklı olarak birbirine etki etmekte, birbirini beslemektedir.
Buradan hareketle, 1500’lü yıllarda belirlenen düşünce biçimleri ile 2011 yılı diasporasında yaşayan Çerkes Toplumunu incelemek belki de bazı şeylerin nedenini anlamamız adına ışık tutabilir; Bir devletin menfaatini gözetmek adına her şeyin mübah olarak görülmesi, Çerkes toplumunun sosyolojik yapısına tümüyle ters düşen bir durumdur. Çerkes toplumunun sosyo-kültürel yaşamını belirleyen normlar bütününün başında Khabze dediğimiz yaşam anlayışı gelmektedir.
Khabze; etimolojik olarak; dışarının, alanın, çevrenin, aşağısının dili, şablonu, düzeni demektir. Kullanımında ise; bireyin doğumundan başlayarak büyüyüp yetişmesine, yaşlanıp ölmesine kadar, hayatını düzenleyen ve güzelleştiren çeşitli seramoniyel kuralları ifade eder. Bu kurallar bütünü incelendiğinde Geleneksel Çerkes hukukunda en önemli yaptırımların, toplum tarafından ayıplanma, kınanma, tazminat veya bedel ödeme yani “ğepşınej”ve sürgün yani “değeç” olduğunu görürüz
İşte bu ve benzeri sebepler Çerkeslerin, politika gibi kaygan olmayı gerektiren bir ortamda layiğince yaşamasına hiçbir zaman izin vermiyor. Bir toplum, kendi menfaatleri yerine ahlaklı ve doğru olanı koyuyor, bunun peşinden gidiyorsa, burada iyi işleyen bir politik yapıdan sözetmenin mümkün olamayacağı açık. Lakin, politika sözcüğü de etimolojik olarak buna tezat bir anlam içermektedir. Politika kelimesi, Yunanca “poli” yani çok, “tika” yani yüz anlamına gelen eski Yunanca köklerden oluşur. Bu kavramı Aristoteles ise, toplumun halka dair yaptığı tüm etkinlikler olarak tanımlar.
Çerkeslerin politika konusundaki sorunları saymakla bitmiyor. Soykırımın Tanınması ile ilgili çalışmalardaki yetersizlikler, anadilde eğitim hakkımızı savunmaktaki anlaşılmaz tereddütlerimiz, Türkiye’deki Çeçen Sığınmacılarla ilgili takındığımız tavırlar vb. En insani, en ikiyüzlülükten uzak olarak nitelenebilecek politik mevzulardaki duruşumuz bile genelde ürkek, ne yazık ki…
Buna ek olarak, ülkemizde son dönemde sıklıkla rastlanan “fikir sahibi olmayan birey” durumu eklenince, işte o zaman bizim tüm sorunlarımızın nedeni açıkça beliriyordu. “Ayıp olacak, niye anadilde eğitim isteyelim, bizi Kürtlerle kıyaslayacaklar, eyvahlar olsun..” diyen zavallı evlatlarımız bu şekilde yetişiyor, filizleniyordu. Ne istediğini bilmeyen, hayatında kültürünü hissetme gereği duymayan evlatlarımız, işte o evlatlar, bizim yokoluşlarımızı var etmekle oldukça meşguldü.
Böylece olayın doğası gereği, dilini bilmeyen birey kendini daha az o kültüre ait hissediyor ve eş-dost düğünlerinde düğün salonunun bir köşesinde kendini mahsun bir halde ortama yabancı hissederken yakalıyordu. Sonrası zaten malum bir senaryo, hepimizin ezberlediği… Birçok gencin çevresinde hiçbir Çerkes kalmıyor, Çerkesliği yaşamsal bir öğe olarak görüp, müziğimizi “hoş bir seda” olarak anımsıyor ve ara sıra “Ben de Çerkesmişim!” gibi egosantrik cümleler kurarak Çerkesliğini bambaşka bir boyuta taşıyor. Filmin sonunda ise; Çerkes olmayan biri ile evleniyor. Kültürümüzün mutlu sonu bu şekilde yazılıyor, sevgili dostlar.
Bizler, nasıl Rusya’nın anavatanımızda oynadığı hain oyunları yada diasporadaki Çerkeslerin birbirlerine olan uzaklığını farkedemiyoruz? Bu noktada bize düşen politika yapmaya önce kendi muhasebemizi yapmaktan başlamak olmalı. Dernekleri daha etkin hale getirmeli, çevremizde Çerkeslikle ilgili ihtiyaç duyulan maddi/manevi herhangi bir durumda duyarlı davranmalı, bu kültürü yaşatacağımızı ve ölmesine izin vermeyeceğimizi her fırsatta kendimize ve çevremize açıklıkla ifade etmeliyiz. İfade edelim ki, bu bizim düşüncemiz, düşüncelerimiz de davranışlarımız olsun. O yüzden, şahsen “Tek kişinin çabasıyla işler yürümüyor derneklerde, o yüzden ben de ilgilenmiyorum” gibi cümlelere katılmadığımı, herkesin elini taşın altına sokması gerektiğini altını çizerek belirtmek istiyorum.
Çünkü biz umutlu insanlarız…

Ve 21 Mayıslarımız..

Bu yılki 21 Mayıs Soykırımı Anma Töreni ve öncesindeki mitingler de her zamankinden daha fazla umut veriyordu.
21 Mayıs günü yine Taksim’de toplandık. Önce Kafkasya Forumuyla, sonrasında Çerkesya Yurtseverleriyle Taksimdeydik, en son da hep beraber Beşiktaş meydanına indik. “Worapsow Adigey, Worapsow Adihabze…” diye bağırırken o an insanın hiç yaşamadığı bir ülke için hissedebilecek birçok şeyi olduğunu düşündüm.
Evet, binlerce insan o gün hiçbirşey düşünmeden, diğer tüm programlarını bir kenara itmiş ve meydanda toplanmıştı. Hepimizin aynı ideallerde olduğunu hissetmek tarifi zor bir duygu. Herkesin yaşamsal dertleri, iş sorunları, özel problemleri vardı muhtemelen, fakat çocuğuna ilersi için bir kültür ve yaşam biçimi bırakma derdindeydi. Kendini ve Çerkesliği ciddiye alan, hayatı dert edebilecek hassasiyetteki bu insanlar inanılmazdı. Hepsi yüksek sesle bağırıyor, içindeki anlatamadığı o duyguları yılda bir kere de olsa orada bulunarak ifade ediyordu. Kelimelere dökülmesi zor o cümleler adeta İstanbul’daki her noktadan net duyuluyordu.
 “Anne, baba; sen bize öğretemedin dilimizi,, ama ben öğreteceğim çocuğuma”, “Bu bir soykırım, bu meydanda herkes bunu ifade edecek” diyordu… “Ben asimile olmayacağım, ben bu ülkenin ana renklerinden biriyim”, “Abhazya’yı tanıyın”, “Çeçen dostlarımıza el vereceğiz” diyordu…“Bizler Çerkes olarak yaşamak için buradayız” diyordu.
Halen umudumuzun olduğu, yapılacak çok şeyin olduğu binlerce insan tarafından daha nasıl ifade edilebilirdi. İşin özünde; bizler, ne istediğini bilen ve bunun uğruna son nefesine kadar mücadele edebilecek bir toplumdan geliyoruz. Artık, bu ataleti üzerimizden atalım ve kendimize şu soruyu soralım; “Benim dileğim nasıl bir hayat sürmek?” Khabzenin “Kendimize yakışan” olduğunu anlamak önemli. Annemize, babamıza, evimize gelen misafire, eşimize, kaşenimize nasıl davranacağımızı iyi bilelim, buna uygun hayatlarımız olsun. Ve, kendimizi bilelim, kendi dünyamızın aynasını iyice bir parlatalım öncelikle. Parlatalım ki, ahlaklı, onurlu bireyler çıksın bizden. İyi anneler-babalar, iyi evlatlar, iyi politikacılar..
En önemlisi; dilimizi öğrenelim, konuşalım ve vatansız oluşumuzu hiçbir zaman unutmayalım. Düşünmemek ve acı çekmemek adına kendi özgür irademizle seçtiğimiz bilinçsizliğimizi bir kenara koyalım, diyorum ben. Var mısınız?

Sayı : 2011 06