Bir insanı mülteci yapan şey, onun yaşadığı topraklardan ayrı düşmesi değildir. Bir insanı mülteci yapan şey; tamamlanmış bir resme sonradan ilave edilen bir şey olarak yaşamak zorunda olmak ve ait olduğu tablonun bir parçasını da ve yurdunu terk ederken yanında götürmesidir.
Böylece bir parçasını yitiren tablo hep o eksik parçayı bulup kendisini tamamlamaya mahkûm edilirken, başka bir resme iliştirilen mülteci ise yerini tarif etmek için, her zaman parçası olduğu resmi anlatmak zorunda bırakılmış olur.
Çerçeve kırılmış, tablo parçalanmışsa o zaman her şey çok daha vahim bir hal alır. Artık, mülteci olmanın acılarının yanı sıra geçmişte bir parçası oldukları resmi tamamlayıp, orada ne olduğunu bulmak sürgünlerin ortak yazgıları olur. Ya hep o hayali tabloyu anlatarak ömür tüketecek ya da bir araya gelip, o resimde gerçekte ne olduğunu anlayacaklardır.
Göçmenlerin yola çıkarken, dahil oldukları resimden mümkün olduğunca büyük bir parçayı, hatta bütün bir coğrafyayı da yanlarında götürmek ister gibi davranmalarının nedeni de budur. Mesela Yeni Dünya’ya yerleşen göçmenler, kurdukları kentlere kendi ülkelerindeki şehirlerin adlarını vermiş, Çerkesler de sürgünde yaşadıkları ülkelerde dağlara, ırmaklara, kurdukları yerleşim yerlerine Kafkasya’dan isimler verdi. Anadolu’da kurulan hemen tüm Çerkes köylerinin isimlerini anavatandakilerle karşılaştırırsanız, bire bir aynı olduklarına tanık olursunuz.
İnsanın yaşadığı topraklardan ayrılması, basit bir yer değiştirme, sıradan bir göç hikâyesi değil. İnsanlığın dünyamızı terk edip Mars’a taşınmak zorunda kaldığını düşünün. Tüm insanlık için “Dünyada yaşarken… Mars’a geldikten sonra…” diye tarif edilecek bir kırılma yaşanırdı. Ve insanlık yeniden dünyaya dönmeyi başarıp yaralarını sarmaya muvaffak bile olsa artık hayatlarında “Biz Mars’tayken…” diye tarif edilecek bir şey her daim olurdu. Kitlesel sürgünlerde de uluslar, kendi dünyalarını terk edip, adeta Mars’ta yaşamaya zorlanmış olur.
Toplumları, kültürleri, dilleri, yaşam alışkanlıkları ile birlikte var eden şey yaşadıkları coğrafyanın kendine özgü özellikleridir. Tüm bu coğrafi nedensellikler bir çırpıda ortadan kalktığında insan bir anda kendini korkunç bir boşluğa düşmüş bulabilir. Bu yüzden kitlesel sürgünlerin yarattığı acıları dindirmek de kolay değildir.
19. yüzyılda vatanını yitirip dünyanın dört bir tarafına savrulan Çerkeslerin acıları, bu kadar derin ve köklü iken Rusya’nın kendi geçmişi ile yüzleşip, sürgün ve soykırımı tanımamasının Çerkesler cephesinden ne kadar büyük bir vurdumduymazlık ve pervasızlık olarak algılandığını görmek gerekiyor.
Öte yandan, Rusya da Çerkes sürgünü ile yüzleşmediği sürece varlığını inkâr ve yalan üzerine kurmak ve onun yarattığı bellek kaybı ile yaşamak zorunda kalacak. Kafkas-Rus Savaşları’nın sona ermesinden bu yana aradan147 yıl geçmesine karşın, Kafkasya’da bir türlü istikrar sağlanamamasının, onca iktidar değişimine karşın devam edegelen Rus milliyetçiliğinin, yayılmacılığının ve gericiliğinin kaynağı bu inkâr politikaları değil mi? Bu politikaların, Rusya’yı ne kadar geri götürebileceğini anlamak için, Türkiye’nin Kürt sorunu konusunda yıllarca izlediği inkâr ve imha politikasının aynı zamanda ülkenin sanayisini, ekonomisini, demokrasisini nasıl bir uçurumun kıyısına sürüklediğine bakmakta fayda var.
Sayı: 2011 08