Tarihten – Temmuz 2011

0
480

Savaştan Bir Sahne

Esirlerin arasında en güçlü Abaza şeflerinden birinin ailesine mensup genç bir kız da vardı. Geri çekilirken kendi atının üzerindeydi ve güvenilir bir Çerkesin himayesine verildi. Çerkesin bu Abaza esirin güvenliğini koruması konusunda generalin emri vardı. Genç esir her tarafını beyaz bir kumaşla gizlemişti. Kumaşı vücuduna öyle bir dolamıştı ki, kocaman mavi gözlerinden başka bir tarafı görünmüyordu. Derin üzüntüyü ifade eden bakışlarla yüklü gözlerini sık sık karlarla kaplı dağlara çeviriyordu, etrafındaki insanlara göz atmaya hiç tenezzül etmemişti. Cesareti kırılmış gibi de görünmüyordu, mağrur bir tavırla mahkûmların önünde atını sürüyordu. Hareketleri generalin de dikkatini çekmişti, güzel kızın niyetinden şüpheye düşmüştü. Bu nedenle de koruma görevini verdiği Çerkese kızı bir an bile gözünden ayırmaması gerektiğini sık sık hatırlatıyordu.
Birkaç küçük dereden kazasız belasız geçtikten sonra köpük köpük dalgalarıyla aşağıdaki vadiye akan Hodz ırmağına ulaşmıştık. Güç bela bir geçit bulduk, su neredeyse at eyerlerinin seviyesindeydi. Öndekiler geçti ama sıra topçu sınıfına geldiğinde bir top ile mühimmat arabası suya düştü. Onları geri çıkarmak birkaç saatimizi aldı. Bu arada ırmağın üst kısmında başka bir geçit bulunmuştu ve zaman kazanmak için esirler karşı tarafa geçirilmişti. Tüm dikkatimizi suya batan topa vermiştik. Tam o anda bir çığlık duyduk, beyaz bir bedenle onu izleyen bir başka beden köpüklü sularda aramızdan yıldırım hızıyla geçiyordu. Bunlar Abaza prensesle korumasıydı, kız atın üzerinden ırmağın ortasına atlamıştı. Hodz ırmağı o noktada iki kola ayrılıyordu ve bir tanesi Çerkes korumanın kızı yakalamasını sağlayacak sığlıktaydı. Şans eseri o sığ olan tarafa sürüklendiler ve adam himaye etmekle görevlendirildiği kızı kurtardı. Oysa adam dalgalar arasında neredeyse can verecekti, çünkü kıza ulaştığında kız onu itmişti, hatta kendisini bırakmayacağını anladığında onu da kendisiyle birlikte suyun derinliklerine çekmeye çalışmıştı. Adam ayağını basacağı sağlam bir dayanak bulmak ve kızı uzun saçlarından yakalamak için büyük çaba sarf etti.
Abaza kız bir Venüs heykeli gibi karşımızda dikiliyordu. Üzerine sardığı beyaz örtü gitmişti, kımıldamadan duruyordu. Başını öne eğmişti, arada bir omuzlarına dökülen uzun saçlarını geriye atmak için elini kaldırıyordu. O anı asla unutamam. Başımıza gelen o kadar tehlike ve zorluklara karşın kızın etrafında toplanan adamlarda müthiş bir sessizlik hüküm sürüyordu.
General Sass (Zass) bir kelime etmeksizin gözlerini dikip bir süre kıza baktı. Sonra yanında duran müttefik Çerkes liderine dönerek kızın karşılığında düşmanların kaç Rus esiri vereceklerini sordu. Çerkesin cevabı “Sekiz” oldu. Sass “Onu götür ve yarın Rusları getir” dedi. Çerkes sağ elini alnına götürüp sonra öperek alışıldık Çerkes selamını verdi. Sonra atına atladı ve sekiz Rus esiriyle takas yapacağı kıza bir at verilmesini emretti. Kızın atının dizginlerini yakaladı ve ırmağın karşı yakasına geçirdi. Kızda bir minnet ifadesi yoktu, güzel gözleriyle generali baştan ayağa süzdü ve gözden kayboldu. Ertesi sabah Çerkes liderin söz verdiği sekiz Rus esir iade edildi. (Dublin Literary Journal Gazetesi’nin Aralık 1845 sayısından)

Çerkeslerin Çilesi

Aşağıdaki satırlar Varna’dan gönderilen 1 Haziran tarihli mektuptan alınmıştır. Zorba Rus ordusu tarafından dağlardaki evlerinden toplu olarak sürülen Çerkeslerin içinde bulunduğu korkunç manzara hakkında bilgi vermektedir.
 “İngiliz gazetelerinde Çerkesler için bağış kampanyası açıldığını okudum ama bunu gerçekleştirmediler ve Çerkeslerin yardıma şimdi daha çok ihtiyacı var. Hükümet Bulgaristan’a götürülen Çerkeslerin tamamının Rusçuk’a gönderilmesini planlanmıştı ama denizcilerle yaptıklara anlaşmaya göre Rusçuk’tan 100 mil ötedeki Varna’ya getirdiler. Çerkesler kıyıya indirildi ve Paşa kaptanla yeniden pazarlık yapmaya başladı. Bu gibi olaylar günde üç-dört kez yaşanıyor. Hatta bazen gemiler zavallı durumdaki insanları başlarının çaresine baksınlar diye kıyıda bırakıp gidiyor.
Çerkeslerin çoğu Türkçe biliyor, onlarla uzun uzun sohbet etme imkanım oldu. Çektikleri zorluklar yürek parçalayıcı. Neredeyse tamamı Ruslar tarafından evlerinden 4 ay kadar önce çıkarılmış. Evlerinden çıkarılıp kıyıya sürülmüşler ve kaçabilmek için aylarca orada beklemişler. Yüzlercesi soğuktan ölmüş. Hastalıklar ortaya çıkmış, birçoğu çiçek hastalığına yakalanmış. Bunun gerçek olduğuna inanmamak imkansız, çünkü orada gördüğüm erkek, kadın ve çocukların neredeyse tamamında hastalığın izi vardı. Yüzlercesinin elinde ve yüzünde çiçek hastalığının devam ettiğini gösteren açık yaralar vardı. 3 haftadır buradayım ve bu süre içinde en az 300 kişi kasabanın dışındaki kumsala gömüldü. Hepsi soğuktan ölmüştü. Özellikle geceleri çok yağmur yağıyordu ve acınası durumdaki bu insanların uyurken üstlerine örtecek bir şeyleri yoktu. Giysileriyle uyuyorlardı. En çok sıkıntıyı kadınlar ve çocuklar çekiyordu.
Bugün yine bir gemi yanaştı ve insanları bırakıp gitti. Durumları korkunç görünüyordu. Beş erkeğin taşıdığı bir kadın gördüm, kadın neredeyse bir iskelet halindeydi. Kolunda birkaç saat önce doğduğu aşikar olan bir bebek vardı. İçine beş çocuğunu oturttuğu el arabasını süren bir adama rastladım. Yakışıklı bir adamdı ama o kadar zayıftı ki. Hele el arabasındaki o çocuklar. Hayatımda gördüğüm en ürkütücü varlıklardı. O görüntüyü asla unutamam. Kemikleri derilerinden çıkacakmış gibiydi, bir tanesinin vücudu yaralarla kaplıydı ve kemikleri derisini delmişti sanırım.
Kendilerini açlığın değil soğuğun öldürdüğünü söylüyorlardı. Bu bahar çok soğuk geçmişti ve insan çok sıkı giyinmiş olsa bile açık havada uyumaya tahammül edemezdi. Bu zavallı insanlar için Türk hükümetinin elinden gelen tek şey onları buraya getirmek ve kişi başına günde yaklaşık bin gram ekmek vermek oldu.
Köstence’den gelen haberlere göre, Türk hükümeti altmış bin Çerkesin Köstence’den Çernavoda’ya götürülmesi için trenler hazırlanmasını talep etmiş. Kırk bin Çerkes 10 Haziran’a kadar gönderilmiş olacak. Bu arada her gün gemilerle yenileri geliyor.”
(21 Eylül 1864 tarihli The Vancouver Times gazetesinden)

Sibirya Hücreleri

Perm’deki hapishane 1872 yılında inşa edilmişti ve 120 mahkûm kapasitesi vardı. Ancak aynı yılın sonunda mahkûm sayısı 240’a ulaşmıştı ve bunlardan 90’ı Çerkesti, bu insanların çoğu Rusya karşısındaki yenilgilerinin ardından Kazak kamçısının egemenliğini desteklemeyerek ayaklanmış ve Sibirya’ya sürülmüştü.
Hapishanenin 3 odası vardı. Odalardan birinin boyu yaklaşık sekiz metre, eni altı metre, yüksekliği de üç metreydi ve burada 31 kişi kalıyordu. Diğer iki oda da aynı şekilde aşırı kalabalıktı. Kişi başına düşen alanı şöyle ifade edeyim: Bir insan iki buçuk metre uzunluğu, iki metre eni ve bir buçuk metre yüksekliği olan bir tabutta yaşamaya zorlanıyordu. Böylesi hapis koşulları altında tutsakların ölmesi hiç garip değil. 1872 sonlarıyla15.Nisan.1874 arasında 377 Rus ve 138 Çerkes hapsedildi. Korkunç bir nem ve soğuğa maruz kaldılar, battaniyeleri bile yoktu. On beş ay içinde 90 Rus ve 86 Çerkes hayatını kaybetti. Yani Rusların % yirmi dördü, Çerkeslerin % altmış ikisi ölmüştü. Bu rakamlara Sibirya yolunda ölenler dahil değildi. (Rus yazar Pyotr Kropotkin’in 1887’de basılan ‘Rusya ve Fransa Hapishanelerinde’ adlı kitabından)

Sayı : 2011 07