Zazalar

0
512

II. Bölüm

“Her vaş kokê xo sero rewino”
Her ot kendi kökü üzerinde yeşerirZazaları tanıtan ve Çerkeslerle tanıştıran ZAZA-DER yöneticileri Mehmet Tüzün, Hüzeyin Polat, Sinan Yıldız ve Hıdır Eren’le Kelemet Çiğdem Türk’ün yaptığı dizi röportahın ikinci bölümünde Dersim katliamına ilişkin iç burkan tanıklar yer aldı.

“Zazaların dili de bu ülkenin dilidir”

– Bahsedilen ‘‘ demokratikleşme’’ sürecini  nasıl değerlendiriyorsunuz?
– M. Tüzün: Atılan her ileri adımı önemsiyoruz. İleriye yönelik tüm çalışmaları önemsiyoruz. Üzerimize düşen görev olursa gerekeni yapacağız. Yapılan bir açılım yok, henüz ortada… Eğer bir ülkede insanların dillerinde eğitim yapma olanakları yoksa, bu çağda biz hala birçok konuda çok gerideyiz. Ne yazık ki; bu seçim sürecinde de gördük, hala bizim siyasilerimiz seçmeli ders uygulamasına bile sıcak bakmıyorlar. İnsanlığın geldiği noktada Avrupa’da alınan kararlar ortada…
Zazaların başka bir devleti yok…
Zazalar bu devletin vatandaşı, Zazaların dili de bu ülkenin dilidir. Bu anlayışla olayı görmek lazım… Biz bireysel ve dernek çalışması ile bir yere kadar geliriz.
Sorunu çözecek olan devletin kendisidir, siyasi iradedir.
– S. Yıldız: Çerkes mitingleri bizi çok heyecanlandırdı.
Bizim önyargılarımız vardı. Küçükken, “Laz” denince bu kavramı “Karadenizli” olarak biliyordum. Ama çok farklı olduğunu, büyüyünce öğrendim.
– M. Tüzün: Neden Kürt sorunu, neden Kürtler sorun… Sorunları örtbas etmenin başka bir yöntemi olarak algılıyorum, bu adlandırmayı…
Savaşan kesimler olması itibarı ile bu böyle algılanıyor. Görünen o ki bunu Kürtler sorun edinmiş ve sesini yükseltmişler. Dolayısıyla, demokrasi sorunu Kürt sorunu olarak adlandırılmış.
Bu gün Zazalar da, Lazlar da, Çerkesler de bu konuda seslerini yükseltmekteler. Anadolu’daki tüm halklar seslerini yükselttikçe bu sorunun demokrasi sorunu olduğu daha iyi anlaşılacak ve sorunun çözümü de daha kolaylaşacaktır.
– Yarın seçim var. Seçimlerden çıkacak sonucun anayasa ile ilgili talepleri ne derece karşılayacağını düşünüyorsunuz? ZAZA-DER öncelikli talepleriniz nelerdir? (Röportaj seçimlerden bir gün önce yapılmıştı. ÇT)
– Seçim konuşmalarına baktığımızda anayasaya yansıyacak çok önemli hususlar göremiyoruz. Bazı partiler kendilerine göre ilerleme kaydetseler de çağın gereklerinin çok gerisindeler. Anayasanın günün şartlarına, insan hak ve hukukuna, insan onuruna uygun olması lazım…
Birey ve devlet ilişkileri konusunda daha onurlu bir yaşam olanağımız olsun isteriz. Seçimlerde bizim politik bir tutumumuz olmadı. Biz biliyoruz ki; Zazalar da farklı dünya görünüşüne sahip insanlar var. Zaza-Der olarak da “politik bir yapı olmayı” uygun görmüyoruz. Halk olarak bizim kendi devletimizden beklentimiz, anayasal vatandaşlığın, kişi hak ve hürriyetlerinin, herkesin kendi anadilinde eğitim hakkının sağlanması
– Tanınmış ZAZALAR için isimler verebilir misiniz?
– Her yerde Zaza insanı vardır. Ali Sürmeli, Metin Kemal Kahraman, ZeleMele (Mehmet Ali Güler), Mikail Arslan, Mahsun Kırmızıgül, Yılmaz Güney, Kılıçdaroğlu vs. Ama, önemli olan kimin Zaza kökenli olduğu değil; kimin kendini Zaza olarak gördüğüdür. Buna da ancak o insanlar cevap verebilirler…
– Bir Çerkes’in Zazalar’ı tanıma isteği ve bir Çerkes Gazetesi olan Jıneps’in bu röportaja yer vermesini tanışma anlamında olumlu bir girişim olarak görüyor musunuz?
– M. Tüzün: İnsanlar bilgilendikleri ölçüde ilgilenirler. İlgilendikleri ölçüde de bilgilenir ve bilgilenirler. Sorunları aşmada, kendi topluluklarımızla beraber, ülkede yaşayan tüm toplulukları daha iyi tanımamız, bilgilenmemiz ve ilgilenmemiz gerekir. Çerkesler konusunda şimdi bilgilendiğimiz gibi…
Biz şimdi Jıneps ile daha çok ilgilenmek istiyoruz. Orada yazılanları, dile getirilenleri daha çok merak ediyorum. Belki bizden insanların o gazeteye katkıları olacak.
**
Mebervephıtê mı meberve / AĞLAMA YAVRUM AĞLAMA
Düriradürivengêtıfanguyeno / Silah sesleri geliyor uzaktan
Phıtê mı nêweso, cızık nêcêno / Bebeğim hasta, meme tutmuyor
Meberve, phıtê mı meberve / Ağlama yavrum ağlama
Dısmenbervisêtohesneno / Düşman sesini duyuyor
***
Dar u kemer dejiya mı ver vêseno / Dağ taş acımdan tutuşmuş yanıyor
Qulvatariye de qesodırnêbeno / Bu karanlık delikte hiç sabah olmuyor
Meberve, phıtê mı meberve / Ağlama yavrum ağlama
Dısmenbervisêtohesneno / Düşman sesini duyuyor
***
Axlemınê biye, biye de biye / Ah oldu, vah oldu
Phıtêmınêçewreşirê -ge biye / Olan kırkındaki bebeğime oldu!
Zalımupilêmaqırrkerdê / Zalimler kırdı büyüklerimizi (yiğitlerimizi)
Qızêmafiştêlona [qulva] tariye / Tıktılar bu karanlık deliğe küçüklerimizi
***
Vajivaji, eve hêşiriyevaji / Söylüyorum (bu ağıdı) acı ve esarette
Natari de çinaçılêka de qaji / Bir gaz fenerimiz bile yok bu karanlıkta
Vengrophıtê mı bıriyo / Yavrumun sesi duyulmaz oldu artık
Oli [Heq] inerê ki meverdo, jüyêaji / Oli bırakmasın bir tek yavru onların ocağında.
Bu ağıt bir bebek için yakılmış, 1938 günlerinde. Namlunun ağzından kaçıp kurtulabilenlerse ya damlara doldurulup ateşe veriliyor, ya da kimyasal gazla mağaralarda boğazlanıyordu.
Ordu Haydaran Deresine girdiğinde, kadınlar ve çocuklar ele geçmemek için çoğunlukla kaçıp mağaralara sığındılar.
Bu mağaraların yerini saptamak amacıyla askerler ve milisler fır dönüyordu. Birdenbire askerler bir mağaranın etrafında dolanıp durdular, ama insan izine rastlayamadılar.
Mağaradakilerin sesi soluğu iyice kesilmişti, korkulu bir bekleyiş içindeydiler. Tam da o esnada bir çocuk bağırtısı çınladı mağarada.
Tüm çabalara rağmen bebeği susturamadılar. Çaresiz babası yavrusunu kucağına alıp mağaranın arka derinliklerine doğru uzaklaştı.
Kısa bir süre sonra bebeğin sesi artık duyulmaz olmuştu. Meraklanan anne arkalara koşup bebeğine kapandı, ama yavrusunda ne ses ne de nefes kalmıştı. Zavallı baba, mağaradakilerin selameti için yavrusunu boğmuştu. Bunu gören anne, dayanılmaz bir acı içinde dizlerinin üstüne yıkılıp saçlarını yolarak ağıtı okudu…
****

1938 travmasını attık 1994’ü atamıyoruz

– Dersimde gerçekten ne oldu?
Mehmet Tüzün: Dersim’in bilinen tarihine baktığımızda (söylence tarihine) Dersim hiçbir zaman otoritelere doğrudan bağlı kalmamış. Otoriteden kastım ne iç ne dış otorite. Daha çok doğudan İran üzerinden ilişkiler olmuş, güneyden Arap devletleri ile ilişkileri olmuş, batıda Roma devleti ile ilişkiler olmuş. Ama Dersim her dönem onlarla uyuşmazlık içinde olmuş. Onlar Dersim’i kendilerine bağlamak istedikçe Dersim karşı çıkmış.
O zaman bildiğimiz Dersim bugün Tunceli olarak çevrelenen bölge değil. Maraş’a hatta Hatay sınırına dayanan geniş bir bölge. Osmanlı bölgede güçlendikçe Dersim’e doğrudan seferler yapmaya çalışmışsa da başarılı olamamış ama çok daha etkili olabilecek bir yöntemi uygulamaya başlamış. Dersim’i parça-parça budamaya çalışmış ve bunda başarılıda olmuş. Bölgedeki aşiretleri göçertmiş yerine başka bölgelerden aşiretler getirmeye çalışmış. Bu aşiretlerin Türk olması gerekmiyor, bazen de Kürt aşiretler olabiliyor.
Dersim vergi vermiyor, asker vermiyor olayı doğru değil. Osmanlının ilk dönemlerinde dahi asker vermiş. Ama giden askerin başında kendi adamları olmuş. I. Dünya savaşında da asker vermiş Dersim. Osmanlının bölgedeki vergi alma biçimini incelemeden Dersim’de olup biteni anlama şansınız yok. Osmanlı vergi toplayan bir bey belirliyor yada o işi devlet adına yapan birileri oluyor ve devlet destek veriyor. Ama o beyin bölgede yaptığının bizim bugün algıladığımız vergi toplama olmadığını bilmemiz gerek. Geliyor, basıyor istediği kadar, istediği şeyi alıp götürmeye çalışıyor. Yani o insanların daha sonra neyle geçineceği de pek umurunda olmuyor. Her şeyin temelinde de ekonomi yatıyor.
Peki devlet ne istiyor? Dersim’de çok eski kabileler var, eski aileler var, altın var, kıymetli madenler var. Bölge ipek yolu üzerinde. Her seferinde Dersim’i sağmaya kalkmışlar. Dersim’le anlaşalım, Dersim’le sorunu çözelim olmamış. Ben istediğimi Dersim’de yapabileyim, istediğimi koparıyım, anlayışı ile yaklaşıldı. Birileri bir yerden bu ülkeye geliyor, bürokrat oluyor. Elinde toprak olarak, yer olarak, zenginlik olarak bir şey yok ama istemediğin kadar yetki var. Ne yapar sizce o adam? Mevcudun elindekini almaya çalışır. Kavgaların nedeni bu. Bunun bu şekilde incelenmesi lazım.
– Mehmet M.: Devlet oraya gelirken önce yabancı bir asker gibi giriyor. Belirli noktalarda, birbirine uzak çevrede karakol varmış. Girerken bölgenin ileri gelenleri de kendi aralarında fikir ayrılığına düşüyor. Bir kısmı “O askeri bırakmayalım, asker buraya girerse bir daha çıkmaz” diyor. Bir kısmı da “Bu hükümet iyidir. Bize hükümet lazım” diyor. Çünkü orada bir devlet yok. Kabileler halinde yaşıyorlar. Devlet girerken de şöyle diyor. “Biz size yol yapacağız, okul yapacağız, medeniyet getireceğiz, çatılı ev yapacağız”. Bir iki aşiret dışında kimse karşı çıkmıyor. Devlet görev veriyor, köylü çalışıyor. Okul, yol, köprü ne yapılacaksa köylüler yapıyor. Devlet bölgeye hâkim olmaya başladıkça ileri gelenleri, aşiret liderlerini öldürmeye başlıyor…
1936 yılında silahlar toplanırken bir kısmı direniyor, silahlarını vermek istemiyor. “Silahlarımızı verelim de bizi rahat mı öldürsünler” diye düşünüyorlar.Karakollar yapıldıktan ve silahlar toplandıktan sonra çok tecavüz olayları oluyor. O dönemi yaşayan bir köylünün şu sözleri çok acıdır: “Komutan dedi ki bu köyden bize 10 tane kız ver. Nasıl olsa siz öleceksiniz. Götürdüler kızları haftalarca eğlendiler. Silahlarımızı topladılar, savunamadık, karşı koyamadık.”Yaşlı, genç, çocuk, bebek demeden herkesi toplayıp çay kenarlarında katlediyorlar. ‘Biz sizi katledeceğiz’ demiyorlar, ‘biz sizi sürgün edeceğiz diyorlar.
Köylere gidiyorlar. ‘Kimse evinden çıkmasın’ diyor asker, köylü çıkmıyor. Bir subay köylünün evine gidiyor, yemeğini yiyor, suyunu içiyor. “Ben senin ekmeğini yedim. Sana yardım edeceğim. Sen eşini, çocuğu al dereden aşağı bir yere git çünkü herkes katledilecek” diyor. O aile kurtuluyor.
– Ali Y.: 1926’da Trabzon’da Tunç Eli adı altında bir operasyon kararı alınıyor. Karar alındıktan sonra operasyon başlıyor. Basına orada bir isyan varmış gibi yansıtılıyor. Orada bir soykırım var, katliam var. Orada insanları öldürüyorlar ve derelerden su yerine kan akıyor. Mağaralarda insanları gaz bombaları ile öldürüyorlar… Kimsesiz kalan küçük kız çocuklarını subay ailelerine “evlatlık” veriyorlar.
– Ali A.: “Dersim’in Kayıp Kızları- İki Tutam Saç” adında bir belgesel hazırlandı. Dersim’de kaybolan çocuklar acaba nereye gitti, nerelerde yaşıyorlar konusu. İzlemenizi öneririm. Subay ailelere evlatlık verilen iki kız çocuğunun yaşantısı anlatılıyor ve tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor gerçekleri.
– Hüseyin Polat: Bu kız çocuklarının hiçbiri resmi olarak evlatlık alınmamıştır. Ne nüfuslarına kaydedilmiştir, ne okula gönderilmiştir, ne de kültürlerini yaşamalarına imkan tanınmıştır. Dillerini konuşmamaları için baskı görmüş, zaman zaman evlatlık alındıkları aileler tarafından tacize de uğramışlardır.
– Hıdır Eren: Dersim’de neler oldu dediğimiz zaman birincisi Osmanlı’dan ele almamız gerekiyor. Özellikle Dersim’e dair planlı programlı çalışmalar Tanzimat döneminde başlıyor. Tarihi incelediğimizde çok ilginç şeylerle karşılaşıyoruz; meşrutiyet ilan ediliyor, Dersim kan alıyor. 2. Meşrutiyet Dersim’de yine çok kanlı çatışmaların olduğu bir tarihtir. Cumhuriyete gelindiğinde ise Kurtuluş Savaşını yüceltenlerin yedi düvele karşı savaştık naralarını duyarız. Gerçek olan Çerkeslere karşı batıda mücadele vardır. Doğuda da Koçgiri hareketi vardır aynı tarihlere denk düşen. Koçgiri hareketi Cumhuriyet döneminde Dersim’e girişin tarihidir. Koçgiri aşiretleri Dersim’in aşiretleridir ve budamaya oradan başlanır. Koçgiri’den sonra 1926-27 de Koçan aşiretinin hareketi vardır. Koçan aşireti Hozat ve Çemişgezek coğrafyasında ikamet eder. Orada o aşirete yönelik hareket vardır. O aşiretle çatışmalar sürerken diğer aşiretlerin hiçbiri yardım etmez, tersine devletle işbirliği yapar. 1926 da Koçan aşiretine korkunç bir darbe vurulur.
1936’ da silahlar toplatıldı, yollar, köprüler, okulların inşasına başlandı, ardından Dersim katliamı başladı. Katliam başlarken çok ilginçtir kurtulanlar daha çok kaçanlardan oluşuyor. Kaçmayanlar samanlıklarda toplu olarak yakılarak, kayalardan atılarak, açık alanda ağır makineli silahlarla taranarak öldürülüyor. Katliam Kızılbaş-Zaza katliamıdır.
Katliam sonrasında ilginç bir anekdot vardır. Çok önemlidir. Kime sorarsanız sorun şunu anlatırlar size. “Topladılar bizi, etrafımızı çevirdiler. Öldüreceklerdi. O anda elinde beyaz bayraklı iki atlı geldi ve ‘Fevzi Çakmak’tan emir geldi. Katliamı kesin, insanları öldürmeyin’ dediler. Fevzi Çakmak olmasaydı kökümüzü kazıyacakları.” Birbirinden yüzlerce kilometrelerdeki köyler hep aynı hikâyeyi anlatırlar. Hâlbuki ordunun başındaki isimdir Fevzi Çakmak ve Genelkurmay Başkanıdır. Kararın altındaki imza kendisinindir. Ama Fevzi Çakmak böyle bir mizansen oluşturarak kendini o halkın gözünde erişilmez yüce bir konuma getirmiştir.
Cemal Süreyya’nın dediği gibi kara trenlere doldurulup sürgünlere gönderilir. Orada çok ilginç bir sürgün politikası vardır. İki kardeş aynı yere verilmez, aileler bölünür. Biri Manisa’ya, biri Kütahya’ya, bilinçli olarak yapılır. Giden sürgünlerin bir kısmı maden ocaklarında çalıştırılır. Para ödemeden, ailelerin haberi olmadan emekleri sömürülür.
Devamında da askeri darbe sonrasında yaşananlar var. 1994’de boşaltılan köylerin 1938’de boşaltılan köylerle aynı olması düşündürücüdür. Yani o harita tekrar çıkartılıyor. Ama 1938’de devlet alıyor, hayvan vagonlarıyla götürüyor ama devlet götürüyor. 1994’de ‘çıkın’ diyor insanlara, gözlerinin önünde bütün eşyası ile birlikte evlerini yakıyor ve ‘nereye gidersen git’ diyor. 1994’de olan 1938’den daha vahim. Toplum 1938 travmasını 9 yıl sonra atabiliyor ve halkın %90’a yakını geri dönüyor. Ama 1994 travmasını atamıyor.
(Devam edecek)

Sayı : 2011 09