Ankara’da ve Soçi’de Farklı Çerkeslik Halleri – (1.Bölüm)

0
469
KAFDAV’ın düzenlediği ‘‘21. Yüzyılda Çerkesler: Sorunlar ve Olanaklar’’ başlıklı sempozyumu Sevda Alankuş yazdı

 

Sevda Alankuş*
22-25 Eylül 2011 tarihleri arasında Kafkas Araştırma dayanışma ve Kültür Vakfı’nın (KAFDAV’ın) düzenlediği sempozyum için diaspora ve anayurttan Çerkes araştırmacılar, aktivistler, Çerkes veya değil farklı disiplinlerden akademisyenler Ankara’dayız. “21. Yüzyılda Çerkesler: Sorunlar ve Olanaklar” başlığı altında, “kim(ler)” olduğumuz, tarihsel kökenlerimizi, anavatan ve diaspora coğrafyalarında yüz yüze bulunduğumuz farklı farklı varoluş sorunlarını tartışmak için buluşuyoruz. Bu kapsamı, türü, katılımcıların niteliği açısından bu çaptaki ilk buluşmamız ve böyle uçsuz bucaksız bir konuyu hakkıyla ele almayı üç güne sığdıramayacağımızı biliyoruz. Yine de her şeyi konuşmak, tartışmak istiyoruz.
Sempozyumun sorunsalını çerçeveleyen konuşmayı Seteney Shami yapıyor*. Seteney bütün diğer tarihten kovulmuşlar, sessizleştirilmişler gibi bizlerin de şimdiye kadar her ne söylendiyse unutacak, ya da söylenenleri yeniden okuyacak bir çabayla tarihi bilmeye, yeniden öğrenmeye ihtiyacımız olduğunu söyleyerek başlıyor konuşmasına. Ancak bunun, tarih(imiz)in bütün iç içe geçmişliği göz önünde bulundurularak yaklaşılması halinde mümkün olabileceğini de ekliyor. Ben anladığım gibi söylersem, bize düzçizgisel bir tarih anlayışı ile savaşlar, kahramanlıklar ve yenilgilerden ibaret bir “tarihsicilik” (ya da “his/story”) yapmayı değil, anavatandakilerle farklı coğrafyalara dağılmış topluluklarımızın dün ve bugününe birbirinin ardılı olduğu kadar, eş zamanlı olarak yaşanan gündelik yaşam örüntülerine, farklı/benzer kültürlerine siyasal, ekonomik, sosyal göstergelerine disiplinlerarası yaklaşım ve yöntemlerle yaklaşmayı, onları gün ışığına çıkarmayı ve seslerine kavuşturmayı öneriyor.
Aslında Seteney’in, Sempozyum’da da aramızda bulunan ve “Tarihin Yetimleri”, “Çerkes Kaması” öyküleriyle bildiğimiz annesi, yazar Janset Shami Berkok, “Tarihte Kafkasya” kitabıyla bildiğimiz büyükbabası asker ve tarihçi İsmail Berkok ile birlikte yaptıkları tam da böyle bir şey. Çünkü bizzat onların hayatları, birden çok coğrafyada bölünmüş ya da çoğalmış üç kuşaktan Çerkesin tarih, edebiyat, sosyal ve beşeri bilimler içinden/arasından bize ulaşan yazdıklarıyla, söyledikleri tarihimizin nasıl yeniden ve bütün iç içe geçmişliği, birbirine değdiği yerlerden öğrenilebileceğini gösteriyor. Ancak heyecanlandırıcı olan Seteney’in konuşmasının dışında, kendi aile tarihi ve akademik çalışmalarıyla performatif olarak kanıtladığının, Sempozyum sonrasında bir bakıma gerçekleşmiş olması. Çünkü üç gün süresince dinlediğimiz 44 sunuş metni, tarih, antropoloji, sosyoloji, müzikoloji, etnografi, halkbilimi, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi vb. gibi alanlardan gelen araştırmacıların, anayurt ve diaspora Çerkeslerine dair, çoğu disiplinlerarası yaklaşım ve yöntemlerle gerçekleştirilmiş araştırmalarına dayanıyor. Üstelik bunların bir kısmı, önemli bir gelişme saymamızı gerektirecek şekilde, anayurttan gelenlerin en büyük Çerkes diasporasını barındıran Türkiye’de veya Türkiye tarihi üzerine, ya da Türkiye kökenli Çerkes araştırmacıların anayurtta gerçekleştirdiği araştırmalardan oluşuyor. Ayrıca Türkiyeli araştırmacıların Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaşayan Çerkesler üzerine gerçekleştirdiği araştırmalar da sunuluyor. Yani artık serpiştirildiğimiz ve dağıldığımız yerlerde yeniden öğrenirken artık “yalnız” olmadığımızı görüyoruz.
Böylelikle Ankara’da üç tam gün boyunca anayurt ve diaspora coğrafyalarından, Rusya’dan, ABD’den, Japonya ve İsrail’den gelenler konuklarla, ev sahibi konumundaki konuşmacılar ve katılımcılar olarak hep birlikte bir yeniden öğrenme çabasına imza atıyoruz. Farklı zaman dilimlerine ait belge, bulgu, yazıt, antik mimari doku vb. üzerinden Çerkeslerin kökenlerinden, dil ve alfabe kullanımlarına, para ekonomisiyle ilişkilerine kadar pek çok çalışmanın verilerinden haberdar oluyoruz. Örneğin, Timur A. Dzuganov’un sunuşundan, ortaçağ seyyahlarıyla misyonerlerinin anlatılarına dayanarak önce Avrupalı tarihçiler tarafından üretilen, sonra da Rus meslekdaşları tarafından sürdürülen, bugün ise sahiplenilmeye devam edilen sterotipleştirmenin aksine Çerkeslerin, “takasa dayalı iptidai bir ekonomi”ye sahip olmadıklarını, tarım ve zanaat kadar ticaret yapmayı da bildiklerini, gelişmiş bir ekonomik sistem içinde para ve kredi kullandıklarını, ticari akitler imzaladıklarını, dahası bunu, ticaret yaptıkları İtalyan tacirler tarafından takas ekonomisine zorlandıkları halde gerçekleştirdiklerini öğreniyoruz. Dzuganov bizi ayrıca, modern bilimin Çerkeslerin tarihine dair diğer mevcut sterotipleştirmeleri konusunda uyarıyor[1]. Nurbiy Lovpaçe Maykop kültürü üzerine bilinebilenlerden hareketle, Adığelerin etnik varlığının izlerini İ.Ö 5 binlere kadar götürüyor ve onları Anadolu’daki diğer halklarla ilişkilendirirken, Osetler dahil diğer Kafkas halklarıyla arasındaki, ama en çok da Adığelerle Abaza ve Abhazlar arasındaki kültürel benzerliklerin altını çiziyor. “Erken Demir Çağı”na ait kimi tabletlerin Hitit hiyeroglifleri aracılığıyla deşifre edilmesiyle, modern Adığelerin[2] atalarının kendi “ulusal” yazılarına sahip olduklarının anlaşıldığını söylüyor. Böylelikle kökenlerimizin dayandığı, bizi farklılıklarımız içinde benzer kılan kültürün nasıl birbirine eklemlenmiş, nasıl çok katmanlı bir yapı gösterdiğini bir kez daha işitmiş oluyoruz.
Fatima A. Ozova’nın çalışması ise, Rus-Kafkas savaşlarında, Kafkas halklarının statüsüne ilişkin olarak dönemin arşiv belgelerine dayanan bir araştırma. Ozova’dan, büyük sürgünle sonuçlanan savaşta, 50 yıl süresince sadece savaşan erkeklerin (dağlıların) değil, “işe yaramazlar” statüsünde kategorileştirilen bütün bir sivil halkın -kadınlar dahil-, uluslararası anlaşmalara, hatta Rus hükümetinin Batılı dünya tarafından “barbar” bilinmemek için sonradan gerçekleştirdiği bir takım yasal düzenlemelere rağmen savaş esiri muamelesi gördüklerini ve şiddete maruz kaldıklarını, sürgün öncesinde kamplarda, hapishanelerde tutulduklarını işitiyoruz. Ozova buralarda tutulan yaşlı, kadın ve çocukların listelerinin arşivlerde mevcut olduğunu söylüyor. Göç ettirilmek üzere Karadeniz kıyılarına sürülen 10 bin aile için 100 bin ruble ayrıldığını, sadece gemilere binebilmelerine yetecek miktardaki bu paranın ise göçü hızlandırmak üzere verildiğini belirtiyor. Bu arada sürülenler arasında Laz, Gürcü, Azeri, Yahudi ve pagan Slavların bulunduğunu da öğreniyoruz. Ozova, Çerkes kadınlarının esir düşmek ve çeşitli işkencelere maruz kalmak yerine çocuklarını öldürüp, intihar etmeyi çözüm olarak görmelerinin, nasıl “dağlı vahşilerin ilkelliğine” delil sayıldığını da söylediklerine ekliyor. Böylelikle bir kez daha -Seteney’in dikkatimizi çektiği gibi- Batılı oryantalist imgelemin “Çerkes” tarifiyle karşılaşıyoruz.
Eğer toplumların ortak bilinçaltı diye bir şey varsa ve “bizler” gerçekleşmesinden bir buçuk asır sonra ve içinde bulunulan bütün olumsuz koşullara rağmen, hala bütün farklılıklarımızı çapraz kesen Çerkeslik hallerimizden söz edebiliyorsak, bunun temelini kanımca “sürgün” oluşturuyor. Başka türlü ve psikanalizin terimleriyle söylemeye çalışayım; annesinin bedeninden kopan bebeğin, “travma”sı ne ise, Çerkesler için de “sürgün”ün anlamı o. Nasıl ki hiç bir bebek bu “kopma” anını ve annesinin bedeniyle yekvücut olduğu dönemi hatırlamıyor, ancak kopmayla gelen travmanın izlerini bilinçaltında taşıyor ve varoluş serüvenini bütün hayatı boyunca yoksun bırakıldığı -hiç bir zaman da yeniden edinemeyeceği- birlik/bütünlük halini yitirmesiyle ortaya çıkan büyük boşluğu gidermek üzere yerine koymaya çalıştıkları üzerine kuruyorsa, “biz” de sanki bir benzerini yapıyoruz. Büyük Sürgün ve öncesinin anılarını kolektif bilinçaltımızı oluşturacak şekilde bastırmış durumdayız, ancak bu kopmayı farklı şiddetlerde yaşamış olduğumuz ve onunla ilgili an(ı)ların bilgisinden yoksun olduğumuz halde, bütün varoluş stratejilerimizde, yaratılarımızda bu bilinçaltına bastırılan hafızanın izlerini taşıyoruz. Nitekim, Seteney Shami’nin araştırmalarına esas olan derinlemesine görüşmelerde diasporadaki Çerkeslerin tarihlerini konuşmaya hep sürgünle başladıklarına dair tespiti, kanımca yaşanan travmanın bastırılarak kolektif bilinçaltımız haline gelmiş olmasıyla ilgili bir not olarak okunabilir. Diğer yandan bugün biliyoruz ki sürgün, kalanlara kıyasla sayıları çok daha fazla olan Çerkesi, doğdukları topraklardan travmatik biçimde söküp atarken, orada yaşamaya devam edenlerin hayatları da bir daha onulmaz biçimde geçmişlerinden koparılmış oldu.
Anavatanda yaşamayı sürdürdükleri halde, oradakilerin de bedeni/hafızası büyük yaralar aldı, onlar için de bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmadı. Dolayısıyla dünyanın değişik köşelerine dağılmış Çerkesleri – farklı farklı şiddetlerde yaşamış olsalar da- “Çerkeslik” kimliği etrafında birleştirenin bu büyük travma olduğunu, üzeri yakın zamanlara kadar sıkıca örtülmüş ya da başka başka türlü öğretilmiş/öğrenilmiş bu büyük travmanın, kolektif bilinçaltının derinlerinden çıkarılıp da yüzleşildiği ölçüde politik-kültürel kimliğimizin yeniden kurucu öğesi haline geldiğini söyleyebiliyoruz. Nitekim bu yüzleşmede, böylelikle de kimliğimizin yeniden politikleşmesinde, ilk defa 1991’de gerçekleştirilen 21 Mayıs sürgünü anma törenleri önemli köşe taşlarını oluşturuyor. Bu arada sayısı giderek artan araştırmalar ve yeni arşiv okumalarıyla bu yüzleşme boyutlanıyor, sürgün yeniden öğreniliyor.
Sürgün ve sonrasında Çerkeslerin özellikle de Anadolu’da yerleştirilmeleri ve Osmanlı iskan politikasının özellikleri, doğal olarak sempozyumun en çok tartışılan konularından birini oluşturuyor. Böylelikle Osmanlı topraklarından Anadolu’ya sürgün edilenler için uygulanan iskan politikalarının standart olmadığını, ancak yine de belirli siyasal ölçütlerle davranıldığını, örneğin olabildiğince Rus sınırından uzaktaki yerlere ve demiryolu hatları boyunca yerleştirildiklerini, zorunlu iskan kadar, iskan edilecekleri yerler konusunda kabilelerin seçkinlerinin/soylularının tercihlerine başvurulması yoluna da gidildiğini, bu arada ikinci defa yer değiştirmek isteyenlere kısmen izin verildiğini, bunun da onları geri dönmekten alıkoymakla ilgili olduğunu, nitekim aynı nedenle pasaportlarına da el konulduğunu ve geri dönmeye kalkmaları halinde yapılan yardımları geri almak üzere kendilerine senet imzalatıldığını yeniden öğreniyoruz. Yerleştirildikleri yerlerde onlardan devlet arazilerini tarıma açmalarının, dolayısıyla üretime katılmalarının, böylelikle bir yandan yerli ahaliye entegre olmalarının, diğer yandan ise yerleşikliğe geçmek konusunda göçerleri özendirmelerinin beklendiğini, bununla birlikte Kürt aşiretlerine karşı da bir tür güvenlik hattı ya da jandarma görevi üstlenmeleri hedefinin güdüldüğünü hatırlıyoruz.
Ayrıca, yine sürgün sonrası Çerkeslerin Anadolu’ya yerleştirilmelerinin yaşanan travmanın etkisini daha da artıracak bir kaotik nitelik taşıdığı kadar sistematik, organize biçimde işlemiş/işletilmiş olduğunu, dahası sürgünün nedenlerinin de (Çerkes üst sınıflarının sürgünde oynadığı rollere bakarak, kendimize de ayna tutmamızı gerektirecek şekilde) nasıl çok katmanlı olduğunu yeniden öğreniyoruz. Örneğin Georgi Çoçiyev, üzerlerinde Adığe ve Abhazlar gibi göç baskısı olmadığı halde, anavatanlarında (özellikle seçkinler için geçerli olmak üzere) itibar kaybına uğramak, eskisi gibi yaşayamamak gibi korkularla göç eden Osetlerin, Osetya’da sürdürdükleri yaşamın birer “mikro-model”ini oluşturmaya çalıştıkları köylerde içlerine kapalı olarak yaşadıkları halde, evlilik ve ticaret söz konusu olduğunda diğer Kafkasyalı topluluklarla ilişkiyi tercih ederek kaynaştıklarını, hatta onlar tarafından asimile edilenler olduğunu, bir Kuzey Kafkas üst etnisitesi edinerek “Çerkes” olarak bilinmeye başladıklarını söylüyor. Çoçiyev, “sürgün” gibi yaşamamış olmakla birlikte, dilleri farklı ancak gelenekleri Adığe-Çerkes-Abhazlara benzer olan Osetlerin kendilerini bugün Türkiye’de Oset/Alan olarak tanımlamakla birlikte[3], bütün Kuzey Kafkas halklarını imleyen bir üst kimliğe dönüşen “Çerkes” kimliğini de yıllar içinde kabullenmiş olduklarını ekliyor. Başka ifadeyle, muhtemelen sürgüne tabi olmanın yarattığı travmaya eş olmasa da, göçle birlikte koptukları anayurda dair hafızalarıyla Osmanlı topraklarına yerleştiklerinde buldukları yerli halkla farklılıkları, buna karşılık diğer Kafkas halklarıyla aynı Nart Destanı etrafında biçimlenen kültürleri onları bu kolektif kimliğin içinde yerleştiriyor.
Özetle, Seteney Shami’nin ‘sürgünün tarihini çalışırken tam bir karşıtlık oluşturan Osmanlı arşivleriyle Rus arşivlerinin sağladığı bilgilerin biri ya da diğerini doğru olarak kabul etmek yerine, her birinin kendi içinde doğruluk/yanlışlık payları içerebileceklerini hesaba katarak davranmak gerektiği’ yolundaki uyarısı, kanımca sempozyumda özetlenen sürgüne dair çalışmalarda da karşılığını buluyor. Ancak yine de bu konuda Osmanlı ve Rus arşivlerini birlikte ve yeniden okuyarak gerçekleştirilecek daha çok çalışmaya ihtiyaç olduğunu da görüyoruz.
(Devam edecek)

 


* İletişim anabilim dalı profösörü olup, halen İzmir İktisat Üniversitesi öğretim üyesi ve dekanıdır
* Okumakta olduğunuz yazı Sempozyumda bütün konuşulanların bir özeti gibi görünse de, amacımın son derece seçici bir derleme yaparak beni etkileyen iki Çerkeslik hali üzerine bir tür yüksek sesle düşünme çabası olduğunu, metinlere yaptığım göndermelerin de, bir yandan bu Çerkeslik halleri ile ilişkili gördüklerimle, diğer yandan tutabildiğim notlarla sınırlı kaldığını belirtmek isterim.
[1] Bu noktada Seteney Shami’nin, özellikle de Batı’da gerçekleştirilen benzer çalışmalarda karşımıza çıkan ancak, bu coğrafyalarda yaşayanların kendilerine bakarken de çoğu zaman sıyrılmayı başaramadıkları “Oryantalist” izleklere de dikkat etmek gerektiği uyarısını hatırlatmalıyım.
[2] Araştırmacı Çerkes kavramının diasporadaki Kuzey Kafkasyalı bütün halkları kapsayacak şekilde kullanılmasından hareketle Adığelerle diğerleri arasından bir ayrım yapmak üzere “Çerkes Çerkesler” (“Circassians Circassians”) demeyi tercih ediyor.
[3] Çoçiyev, Osmanlı arşivlerinde Osetya’dan göç edenlerle ilgili olarak Oset/Asetin ismiyle karşılaşılmadığını, İron/Digoron gibi adlarla, ya da aile/kabile adlarıyla kayıt edildiklerini söylüyor. Buradan yola çıkarak, büyük ihtimalle onların da ilk geldiklerinde kendilerini böyle adlandırdıklarını söyleyebiliriz sanıyorum.

Sayı : 2011 12