Adnan Özveri
Yıllar önce (galiba 1992- 93 yılı) İngiliz Kültür’de Ubıhça bilen son insan Teyfik Esenç’i anlatan bir kısa film izlemiştim. Yönetmen, kendi yaşam alanından koparılan bir canlının hayatını sürdüremeyeceğini göstermek için bu çarpıcı örneği vermek istemiş olacak ki dereden tutulup karaya bırakılan bir balığın çırpınmasıyla başlıyordu film. Nitekim Ubıh halkı da kendi toprağından koparılıp başka yurt, başka diyarlara sürülünce bu halkın konuştuğu dilde çırpınarak yok oldu. Ubuhça bilen son insan Teyfik Esenç’in ölümüyle bu kadim dil, ölü diller mezarlığındaki hüzünlü yerini aldı.
Bilim adamlarınca dünyanın en eski dillerinden biri olduğu söylenen Ubıhçada seksenin üzerinde ses vardır. Bir bilim adamı doğadaki seslerin en yakın taklit edildiği dil olarak Ubıhçayı tanımlar. Bir kuşun uçuşu, kelebeğin kanat çırpışı, sahildeki dalgaların çakılları yıkarken çıkardığı ses, bir ağacın yapraklarının dökülüşü…
Dil insanlığın ortak geçmişi, yaşam alanı, arka planıdır. İnsanlığın çocukluğuna kadar uzanan süreçtir. Dil insanın var oluşunu bulduğu bölgedir. Şairler dili bir düşünme aracı olarak mantık dili ve bilim dilinden farklı kullanırlar. Onlarda dil bir meydan okuma ve farklı düşünme aracıdır. Bu şekliyle bir dilin yok oluşu kaynaktaki pınarlardan birinin daha kuruması, varlık bölgesinden bir ağacın kuruyarak dökülmesidir. Şairler için bu bir kere daha acıdır.
Bu yok oluşu Şair Ahmet Telli, “Son Ubuh” isimli güzel şiirinde bakın nasıl anlatıyor:
“Yurdunu yitirmiş bir halkın
Sitemsiz hüznüydü merhamet
Kabuk dökmekte olan ağacın
Göğe, yere, suya ve rüzgâra
Veda etmesi de denebilir”
Evet, bu bir vedadır. Ubıh halkının ve dilinin kendisinin varlık nedeni olan değerlere, yani doğayla iç içe yaşayan bir halkın bir bütün olarak doğaya vedası. Ta ilk kopuşla başlayan hüzünlü bir veda. Ağaçlarla konuşan, çiçeklerle, kuşlarla selamlaşan bir halkın yurdundan koparılarak yok oluşu ancak bir ağacın kabuk dökerek yok oluşuna benzetilebilir. Doğanın bir parçası olan çoğu toplumlarda olduğu gibi Çerkes toplumunda da ağaç kutsaldır. Çerkesler önemli toplantılarını büyük meşe ağacının altında yaparlar.
Bir tarafıyla da Çerkes kökenli olan Ahmet Telli, Kafkas halklarını ve Çerkesleri iyi tanıyor. Onların yaşantılarını araştırıp okumuş ve içselleştirmiş. Soy şairlerde dil insanın mitolojik geçmişinin izlerini taşır, onların şiirlerinde çocukluk bahçemizin konuşma tarzını bulabilir, o havayı koklayabilirsiniz.
Bu muhteşem şiirde de olan budur:
“Ah rüzgârın rüzgâr, yağmurun
Yağmur olduğu ve tayların
Gölgesine sığındığı uzak günler
Yahut bulutların el edercesine
Elbruzlar’a süzülüş anları…”
Burası Ubıh ülkesidir. Ubıh halkını ve dilini oluşturan beslenme alanları yağmurların yağmur, rüzgârların rüzgâr olduğu ve tayların günlerin gölgesinde büyüdüğü masalsı ülke Kafkasya’dır. Bir halk ve dili ancak kendi koşullarında vardır. Onlardan koparıldığı zaman yaşaması düşünülemez. Bunun için yurdunun çok güzel ve masalsı olması da gerekmez. Edip Cansever’in ünlü şiirinde olduğu üzere; uçurumda açan çiçeğin diliyle “Yurdumsun ey uçurum” demesi yeter.
“Son Ubuh” şiirinin diliyle konuşmaya devam edersek:
“Uzak, çok uzak anılar bunlar
Ve şimdi rüyasına giriyor sık sık
Kabuk dökmekte olan bir ağacın”
Bu şiir bir hüznün, bir yok oluşun şiiridir. Ama sessiz, sitemsiz bir yok oluşun… “Rüzgarların rüzgar, yağmurların yağmur olduğu” yurdunda, kahramanca dövüşüp, bilmediğin, bilemediğin topraklarda sessiz ve hüzünlü yok oluşun… Onun için sessiz ve sitemsizdir. Çünkü o yapacağı her şeyi yapmış, bu dünyadan gelip geçmiş birçok kadim halk gibi artık veda etmektedir.
Onun vedası da kendisine yakışan şekliyle sitemsizdir. Kim bilir belki de yaşanan dünya sitem edilemeyecek kadar değersiz ya da anlamsızdır.
*Nida sayfa 20
Everest Yayınları
Sayı : 2012 06
Yayınlanma Tarihi: 2012-06-01 00:00:00