Hatıralar
Ve kaya bir dağın çöküşünden sonra ayakta kalan
Ve yeryüzündeki vahşi insanlar
Ve gölge devrilen bir kayadan geriye kalan
Ve cennetteki mezarların kalabalığı
Ve Şehitlerin yüzleri
Ve gökyüzüne ve dünyaya dağılan Çeçenlerin kanları
Ve yer kürenin bitiminde azat edilen kedi yavrusu
Ve çarpıp okyanusun üzerinden geçen kurbağa gözyaşları
Ve gökyüzünde serbest kalan kaplumbağa
Ve bir kelebeğin paramparça ettiği pencere
Ve bu akşam
Ve Berlin
Ve Ben
Ve ruhumun ve bedenimin her yanından akan anılar, uçan karıncalar
Ve hep aynı sonla biten dualarım:
Allah’ım bana Çeçenya’da ölmeyi nasip et!
Apti Bisultanov
Çeçen demek asimilasyona, yok olmaya karşı direniş demek, mücadele etmek demek… En azından yıllardır bunu gördük, duyduk, bildik… Ama Çeçen demek aynı zamanda babaannem demek benim için…
Her konuşmanın ardından ya bir türkü mırıldanır yada bir deyiş söylerdi babaannem. Ve ben her defasında şaşkınlıkla sorardım, “Babaanne her konuyla ilgili bir türküyü nereden buluyorsun?”
Ucu bucağı olmazdı onunla yapılan sohbetlerin. Neler neler anlatırdı… En çok da çocukluğumda anlattığı masalları ve yazarının kendisi olduğu hikayeleri hatırlıyorum… Birçoğunu da unutmuş olmama rağmen. Biz yatağının etrafına toplanırdık, o da hemen anlatmaya başlardı…
Kalaycık Köyü’ndeki o küçücük evi ne kadar büyüktü oysa. 2 oda bir salon, küçük bir mutfaktan ibaretti hepsi. Ne çok insan ağırladı o ev. Bayramlarda dolup taşardı. Bu küçücük evde 15-20 kişi kaldığımızı bilirim ben. Yataklar dolunca yer yatakları yapılırdı hemen. O ağır yün yataklar yumuşacık olurdu ve biz çocuklar büyükler yatana kadar tepinip dururduk üstünde… Arada bir annelerimiz gelip bize kızar, kovalar, ortam sakinleşince yine başlardık tepinmeye…
Hacer teyze, Hacer anne, Hacer abla, Hacer nine… Mecit’ten olma, Ayşe’den doğma Çeçen Hacer, Sivas-Şarkışla Kızıldon Köyü’nde dünyaya gelmiş. On yaşında Sivas’tan ayrılıp annesinin köyü olan Kalaycık Köyü’ne yerleşmişler. Daha yirmisine gelmeden aslen Arzupınar’lı olan daha sonra Şenyurt Kasabası’nda yaşamaya başlayan Kelemet Mahir Bey ile evlenmiş. Ve evlendikten sonra bir yada iki kere gitmiş köyüne. Babamın Kızıldon Köyü ile ilgili hatırasını hiç unutamam; “Bir kış günü annemin köyüne gitmek için yola çıktık. Ben daha on yaşında falanım. Her yer karlarla kaplı, sırtımızda bir çuval, elimizde çantalar. Trenden indik ve yürümeye başladık. Git git bitmiyor yol. Anneme soruyorum ne kaldı diye. Şu dağın ardında diyor her seferinde. Ne zaman sorsam şu dağın ardında diyor. Karlara bata çıka gidiyoruz hava kararmaya başladı ben yoruldukça elimdeki çantaları atmaya başladım. Köye vardığımızda yatsı ezanı çoktan okunmuştu ve elimizde götürdüğümüz hediyelerden hiçbir şey kalmamıştı.”
Her sabah erkenden kalkar “susa”ya(şose) iner, bir saat yürür sonra akasya ağaçları ile gölgelenmiş bahçesini sular süpürürdü. “Evinin temiz olduğu kapından belli olur kızım” derdi. Akasya ağaçlarına hayranlığım babaannemin bahçesinden geliyor, şimdi daha iyi anlıyorum. Her akasya ağacının altında oturmak için bir minder bulunurdu ve yazın kimse eve girmez bahçenin tadını çıkarırdı… O akasya ağaçlarının altında az sac kurulmadı. Sabahtan başlar neredeyse akşama kadar gözleme ve katmer yapılırdı. Yoldan geçen herkes davet edilirdi. Biz çocuklar oynayıp oynayıp gelir canımız hangisinden istiyorsa onu yerdik, yanında mis gibi ayranla. Şimdi düşünüyorum da hiç uykumuzda gelmezdi o kadar ayran içmemize rağmen.
Köyden biri kendini kötü hissettiğinde hemen babaannemin yanına gelir nazar duaları okuttururdu. Olmadı kurşun dökerdi babaannem. İnanırdı herkes onun elinin ve kalbinin uğuruna. Hayvanları çok severdi. Kedi, köpek, inek, tavuk, hindi, horoz, tavşan… Hele Van kedisi vardı ki herkes doğurmasını beklerdi yavru almak için. Babaannemin kucağından inmeyen bir kediydi.
Çok güzel yemek yapardı babaannem. Bütün babaanneler gibi. Gınnış yemenin adabını ilk ondan öğrendim ben, şöyle sarımsaklı suyuna bana bana…Şips-paste yapardı ve evde bir bayram olurdu. Tavukları çoktu babaannemin; işte bu Çerkes ve Çeçen yemeklerine lezzet katan tavuklar da babaannemin kümesindendi. Bununla ilgili amcamın bir anısı vardır; hep anlatır ve güleriz; “Annem hep erken yatardı ama tilki uykusu vardı. Biz de geç saatlere kadar salonda oturduğumuz için yengem çay, yemek yapar gece üçe-dörde kadar sohbet ederdik. Annem de odasının kapısındaki küçük delikten bizi izlerdi bazı geceler. Ne konuşuyorlar, ne yiyorlar diye. Eğer hoşuna giden bir şey yiyorsak odasından çıkar, sanki daha yeni uyanmış gibi uyumadınız mı daha der, sofrayı süzer, bizim onu davet etmemizi beklerdi.” Bu hatıralar beni çok güldürüyor ama şu daha güzel ve yine aynı amcamdan; “Annemi gecenin bir yarısı kaldırır şıps-paste yapması için ikna ederdik. Hemen kümese girer, bir tane tavuğu alır, keser, temizler pişirirdik. Saat iki-üç olurdu yine de yemeden yatmazdık. Kümesteki tavuklar azalmaya başlayınca gınnış ve şıps-paste yemeklerine de ambargo koymuştu annem.”
Ne çok sevilirdi babaannem. Dört sene önce kaybettik babaannemi. Onun varlığının hepimizi bir arada tutan güç olduğunu ve o küçük evin ancak onunla var olduğunu babaannemi kaybedince daha iyi anladım. Bu sene köye gittiğimde bahçenin bakımsızlığını, o küçük evin yıkıldığını görünce hatıralarıma sıkı sıkıya tutundum. Elimde sadece onlar kaldı ama bu hatıralarınla bana güç vermeye devam ediyorsun; nur içinde yat Çeçen Hacer…