“Kafkas Destanı” üzerine bir kritik

0
481

Hamit: “Neden burada kalmak istemiyorsun? Neden feleği tersine döndürmeye çalışıyorsun? Orada bıraktıkların artık hatırladığın gibi olmayabilir” Timur: “Orası benim anavatanım” Kafkas Destanı s. 970


Okuma alışkanlığı edinmemizin yahut okuyor olmamızın türlü çeşitli sebepleri vardır. Bazen okuduğunuz tür ne olursa olsun aradığınız gerçekliği sanki yazarın ağzından duymak istercesine kitapların arasında aranır durursunuz. Bazen de içinde bulunduğunuz gerçeklikten kaçmaktır size okuma edimini yaptıran. Ne vakit canım çok sıkılsa ve dış gerçeklikten kaçmak istesem kendimi bir romanı ya da dişli bir felsefe metnini çözmeye çalışırken bulurum. Ruhumuzu sağaltma işi de diyebiliriz buna. Okuma ediminde iş bu haldeyken işin bir de yazma kısmı vardır. İnsan neden yazar? Bu sorunun yanıtlarından hiç değilse biri, Kandur’un kitabının başında sorduğu soruda saklı sanki, soru şu: “İnsan köklerini neden arar?” Daha başka ifadeyle Kandur’a bin üç yirmi sayfa yazmaya iten köklerini arama arzusudur. Referanslarının çoğunluğu sözlü kültür ürünlerinde olan Çerkeslerin, yazmayla başı pek hoş değildir ama her birimiz büyüklerimizden aktarılan tarihsel olayları tam da yazılı anlatının yırtılıverdiği yerdekine benzer başka türlü bir gerçeklik olarak oluştururuz. Kandur’un romanını da ilk elde bu fark edişle okudum.

Romanın akıcı dili, diasporada yaşayan bir Çerkes olmam, dışsal gerçeklikten kaçmamla birleşince kendimi romana ait hissetmekte çok da zorlanmadım. Büyük büyük babası Ahmet’in, anne ve babasını kazada kaybetmesi sonucu ablasının eşiyle yaşadığı sıkıntıların ardından bir de ablasının bebeğini kaybetmesine sebep olduğu gerekçesiyle kendini yollarda bulmasıyla benim de maceram başladı. Ta ki bir takım konularda acaba diyene kadar. Bu acabalar ise roman bittiğinde katlanarak devam etti.

Roman, Ahmet’in Terek boyundaki Kabardeyleri bulma serüveni önce Bjeduğlarla sonrasında ise Çeçenlerle karşılaşıp orada yer yurt tutmasıyla devam eder. 1700’lü yılların Kafkasyası’ndaki bu anlatıda öne çıkartılan ise Müslüman kimliğidir. Yalnızca Çeçenlerde değil, Kabardeylerde, Bjeduğlarda yazarın bence bugünkü anlam dünyasıyla kurguladığı Ruslara ve Kazaklara karşı duruşta, tutaç olarak hep Müslümanlık görülür. İşin ilginç yanı, yazara göre “gavur” sıfatı hem Rusların hem de Kafkasyalıların birbirleri için kullandıkları bir terimdir. Farklı Çerkes boylarının birbiri ile karşılaştığı mekan olarak resmedilenin hac olması, Kırım hanı Aslan Giray’ın bu kutsal vazifeyle beraber Müslüman olmayan unsurlara karşı birlikte mücadele yürütmüş olması, Çerkes kimliğinin başından beri Müslüman kimliğinden ayrılmamış olduğunu mu bize söylemeye çalışır? Bu belki de bugünden geçmişe baktığımızda cihad demiyorum ama en yalın haliyle tek bir dinsel yapılanmanın olduğunu düşündürtür.

Çeçen yerleşkesinden Kabardey yerleşkesi olan Hapsey’e geçişle bu kez başka bir kahraman isimle karşılaşırız: Kazbek. Kazbek’le beraber Hapsey’de, Çeçen bölgesinden farklı olarak Ruslarla anlaşma halinde olan Kabardeyleri okumaya başlıyoruz. Ordu için yörenin en iyi atlarını yetiştiren Kazbek, babası Ahmet gibi Kazaklarla ve Ruslarla Hapsey bölgesinde anlaşma olsa da karşı karşıya kalır. Tram vadisinde yaşanan Kazak vahşeti olacakların habercisi gibidir. Bu noktada bölgeye gelen dilbilimciler de romanın anlatısına dahil olurlar. Bunlardan en ünlüsü von Klaproth’dur. Daha sonra ise İngiliz James Bell de araştırma yapmaya gelen diğer bir ünlü isimdir. Yıllar geçtikçe tüm bölge Rus kuşatması altında kalır. Sınır bölgelere inşaa edilen kalelerle etrafı kuşatılan yerli halk üzerinde baskı her geçen gün artarak devam eder. İngilizler ve Osmanlının da dahil edilmesiyle roman, adım adım sürgün anlatısına doğru evrilir. Kandur, Osmanlının Çerkes limanları olan Anapa, Poti, Sohum Kale üzerindeki yüce hakimiyetini, bir kalemde Rusya’ya devretmiş olmasını eleştirir. Aslında belki de söylemeye çalıştığı tarihsel, kültürel ve hatta Müslümanlık bağının nasıl olup da bu anlaşmada göz ardı edildiğidir. Romanın ilerleyen bölümlerinde özellikle Balkanlarda olan kuşatmada da iki ateş arasında kalan Çerkeslere, Bulgar komitacılardan ziyade Osmanlı askerlerinin uyguladıkları şiddetin baskın unsur olmasının arkasında da aynı anlayış söz konusudur. Osmanlı kadar olmasa da bölgede siyasal ve diplomatik faaliyetlere devam eden İngilizler, dönemin dış politikası uyarınca Çerkes soykırımına giden yolda Çerkesleri yalnız bırakır. Çerkesler ise bölgede yer alan Abhaz-Abaza, Bjeduğ, Şapsığ ve Kabardeyler toplanarak artan baskı üzerine ne yapacaklarına karar vermeye çalışırlar. Toplanan bu meclis birçok kereler Çarlık Rusyası’yla uzlaşmaya çalışır. Bu uzlaşmaya yanaşmayan Ruslar, gelen baharla birlikte bölgeye Rus köylülerini yerleştirmeye başlar, Rus general Yevdakimov, kabilelerin Anapa üzerinden Osmanlıya götürüleceğini söyler. Kandur, kahramanı Kazbek’in ağzından şunu sordurur: “Ruslar neden şimdi dağlıları sürü halinde, ezelden beri düşmanları olan Osmanlı’ya gönderiyor”dur?” Bu sorunun cevabı ise, romanın ilerleyen bölümlerinde sürüldükleri topraklarda yaşadıklarıyla netleşir. Çarlık Rusyası için Kafkasya, Osmanlı için de askere ihtiyaç vardır.

İlk sürgün Anapa’dan yapılır. Binlerce Şapsığ, üç tane gemiye hayvan sürüsü gibi yüklenip sürgüne yollanır. Bir o kadarı da limanda ölmeye terk edilir. Kazbek’in oğlu Nako ve yakın arkadaşı Aslan bu kez Soçi limanına gittiklerinde benzer bir manzara ile karşılaşırlar: Soçi limanı cesetlerle kaplıdır, binlerce Ubıh ve Şapsığ sıcaktan, mahrumiyetten, yorgunluktan, hastalıktan açlıktan, kalp kırıklıklarından telef olmuştur. Tüm bunlar olurken, 1861’de Çar Kafkasya’nın belalı yerlileriyle uğraşmak için güneye inmiştir. Pazarlıklar yalnızca Rus tarafında değil Osmanlı cephesinde de devam eder. Saraya yakınlıkları ile bilinen Çerkesler, bölge halklarını sürgüne ikna etmek için siyasal faaliyetlerini sürdürürler. Anlaşmanın samimi olmadığını düşünen Çerkesler de vardır. Osmanlı ordusundaki iki generalin ( Ali Sefer-Hüseyin Berzeg) bu anlaşmaya karşı oluşu ve bölge halklarını ikna edeceği endişesiyle idam edilmesi Osmanlının ne kadar kararlı olduğunu gösterir. Böylece savaşan iki ordu arasında kalan yarım milyon Çerkes, yitip gider. Kafkasya’da kalanların bir kısmı Ruslarla anlaşmayı kabul ederken, çok büyük bir kısmı Balkanlara sürülür. 1864 Temmuz, tüm Rumeli’de 40.000 aile; 1864 tüm Rumeli’de Tuna boylarına varan aile sayısı 70.000; Sırbistan ve Bulgaristan arasında Tuna boyuna yerleştirilen kişi sayısı: 150.000-200.000.

Balkanlardaki durumu, Osmanlı devletinde asker olan Çerkeslerin ağzından anlatan yazara göre, trajedi henüz bitmemiştir. Bulgar komitacılar ve Osmanlı arasında sıkışıp kalan Çerkes muhacirleri yeni bir sürgün beklemektedir. On üç yıl önce sürüldükleri topraklardan bir kez daha gitmeleri istenmektedir. Osmanlı askeri olarak geldiği bölgedeki vahşet karşısında ordudan firar eden Timur ve Aslan’ın mücadelesi, özgürlükleşmekte olan bölge halklarından ziyade Osmanlı askerleridir. Nihayet pazarlıklar sonucu İspiç limanından bir grup Çerkes Filistin topraklarına gitmek üzere yola çıkartılır. Celile Denizi bataklıkları Çerkes halkına pek uymaz ve bir grup, Filistin’de Kfar Kama köyüne yerleşir, bir diğer grup ise Ürdün nehrini geçip Eski Ürdün topraklarına gidip Reyhaniye köyünü kurarlar.

Sürgün yollarında bunlar olurken, bir yandan da bırakılan anavatanda neler olduğunu anlatmaya başlar yazar. Çarlık Rusyası için için kaynamaya devam etmektedir. Devrime doğru bu gidişte, bu siyasal çalkantılar Kafkasya’yı da derinden etkilemektedir. Tüm bu süreçte Çerkeslerin bir kısmı devrim taraftarı olurken, bir kısmı ise devrime muhalif bir çizgide yer alır. Beytal, devrim yanlısı ve kendi tutkuları uğruna komünist Rusya ile işbirliği yapan bir karakter olarak karşımıza çıkar. Bu ortamdan kaçan bir grup Çerkes ise Uzunyayla’ya gelip oraya yerleşirler. En iyi bildikleri şey olan at yetiştiriciliğine devam ederler, bu kez atların talibi Osmanlı ordusudur. Yeni kana ihtiyacı olan Osmanlı ordusu için Çerkesler biçilmiş kaftandır. Kapı kapı, köy köy dolaşıp askerlik çağına gelenleri toplayan zabitler, anadilleri dışında başka bir dil bilmeyen bu gençleri türlü cephelerle yollamakta çekince duymazlar. Kanun-u Esasi’nin tekrar yürürlüğe konmasıyla İttihad Terraki’nin mevcut yapıda ağırlığı artar. Mustafa Kemal başkanlığında toplanan birlikler, hem rejime hem de süren savaşlara karşı mücadeleye girişirler. Mustafa Kemal’in en yakın silah arkadaşları ise Çerkeslerdir. Bu Çerkeslerin en ünlüsü ise bilindiği üzere Ethem Bey’dir. Yazara göre bağımsızlık savaşında Mustafa Kemal’e destek veren Çerkesler ve Ethem Bey’in gözden düşürülmesinde en büyük etken İnönü’dür. Ethem bey Anzavur Ahmet başta olmak üzere birçok isyanın bastırılmasında etkili olmuş, Batı Anadolu’da Çerkes süvarilerinden oluşan Kuva-yi Seyyare birlikleri ile, kurulacak Türk ordusu için zamanla tehdit unsuru olarak görülmüştür. Kendisine kurulan komplodan haberdar olan Ethem, Yunan tarafına geçip oradan ise Ürdün’e yerleşmiştir.

Osmanlı’da bunlar olmuşken, roman bu kez 1938 Mart ayını, Alman kuvvetleriyle Komünist Rusya’nın karşı karşıya gelişini anlatmaya koyulur. Kabardino-Balkar’da Komünist Parti kurulmuş, bu kez bölge, Stalin ve Alman güçler arasında sıkışıp kalmıştır. 2. Dünya Savaşı tüm şiddetiyle devam ederken, 1946 kışında Stalin karşıtı üç Kafkasyalının -Aloşa Kabardey Çerkesi, Askarbi Kubanlı Bjeduğ, Albert Balkar- Alman birliklerini desteklemesi ve ardından Almanların bölgeden çekilmesiyle savaş esiri durumuna düşüşünü ve trajedilerini anlatır. Aslında bu üç gencin hikayesinin çevresinde tüm Kafkasların hikayesi anlatılmaktadır. Bu dönemde de bölgeden diasporadaki akrabalarını bulmaya Amman’a geçen Çerkesler vardır. Arap coğrafyasında ise devletleşme süreci hız kazanmıştır. Her sürüldükleri bölgede asker olmak artık kaderi olan Çerkesler de Ürdün Krallığı’nda askeri makamlarda yer alacaklardır. Yazarın babası da Ürdün Krallığı’nda genel kurmay başkanlığına kadar yükselen bir askerdir.

Yazar, kitabın son bölümünü kendi çocukluğuna ve bu çocukluk evresinde Arap coğrafasındaki savaşlara, Filistin-İsrail mücadelesine, bu mücadelede Arapların yanında yer alan Çerkeslere ve onların başarılarına ayırır. Sonrasında eğitim amacıyla gittiği Amerika, orada yaşayan Çerkesler, Londra’da yaşadığı yıllar, belgesel çekimi için gittiği Moskova ve Kabardey bölgesi ve babasının ölümü ile roman sona erer. Sonsöz’de yazar, Putin’in yurtdışında yaşayan Rus göçmenlere çifte vatandaşlık hakkı vereceğine dair haberin yorumuna yer verir.

Yukarıda uzunca bir özetle kabaca anlatmaya çalıştığım kitap, aslında roman türünde bir aile hikayesidir. Bu aile hikayesiyle de 1700’lerden 2000’lere kadar önce Kafkasya, sonrasında ise çok çeşitli diasporalarda yaşam ve Çerkeslerin yaşadıklarına dair bize tarihi bir anlatı sunulur. Köklere doğru bu arayışta Kandur’un satır aralarında bize söylemek istedikleri nelerdir? Bana bu soruyu sordurtan, yazının başında sözünü ettiğim acabalarda saklı. Bunları ise şöyle sıralayabilirim: 1700’lerin Kafkasyası’nda Terek ve Kuban bölgesindeki tüm Bjeduğ, Şapsığ ve Kabardeylerin kimliği söz konusu olduğunda, her birinde bu kimlikte Müslüman olmanın baskın unsur olarak gösterilmesi ve hatta kahramanların her birinin kutsal vazife olan hacılık görevi sırasında diğer boylarla temas etmiş olması. Yazar birkaç yerde xabze’nin önemine dair birkaç vurgu yapsa da, okur için Çerkes imajı en başından beri Müslüman dairesinin içinde yer alacaktır. Daha önce de vurguladığım üzere Osmanlının en az sürgüne sebep olan Ruslar kadar yazarın gözünde suçlu görülmesinin sebebi yine bu Müslüman kimliğinde aranmalıdır. Nasıl olur da halifeliğin makamı olan koskoca bir imparatorluk Müslüman din kardeşlerine sürgünün yapılmasını reva görür? Öte taraftan Araplarla su kullanımı konusunda uzlaşan Çerkesler, Ürdün Krallığı’nın kurucu unsuru olarak gereken itibarı göreceklerdir. Ürdün Krallığında İsrail’e karşı olan savaşta Çerkesler, Araplarla birlikte Müslüman çatısı altında birleşip, üstün başarılara imza atacaklardır. Filistin kurtuluş mücadelesinin anlatıldığı bölümde, sosyalist grupları batı kışkırtması olarak değerlendirmesi de baştan beri zihnindeki seküler Müslüman imajda aranmalıdır.

Romana dair acabaların bir diğeri ise aslında yukarıdaki seküler Müslüman algının çeperinde yer alır. Bu da sürgüne dair, halifelik makamının taşıyıcısı Osmanlıya karşı yüceltilen yeni Türkiye devletidir. Balkan savaşlarındaki trajedi bölümünde, Bulgar ve Karadağlılara nazaran daha baskın olarak suçlu gösterilen, Osmanlı askerleridir. Köy köy ordunun kan ihtiyacını karşılayan, zorunlu askerliği uygulayanlar hep onlardır. Oysa ki Mustafa Kemal ve arkadaşları vatan savunmasında daima Çerkeslerle birlikte hareket etmiş, Çerkes dostu olarak anlatılır. Ethem Bey’in adının önüne getirilen “hain” sıfatında tüm suç İnönü’nündür. Oysa Mustafa Kemal ona sonsuz saygı duymaktadır. Tüm bunlar olurken, romanda kısaca geçiştirilen ve Çerkesliğine dair en ufak vurgu yapılmayan Anzavur Ahmet, dolandırıcılık suçuna mensup, silik ve önemsiz bir karakter olarak yer alır.

Başka bir acaba ise, iki farklı dönemde -ilki 1940’lara kadar olan bölüm, ikincisi 1990’ların başı- SSCB anlatısında kurulan sosyalizmin Çerkesleri nasıl asimile ettiğine dair olan bölümdü. Her rejimin kendi iç çelişkisinde birtakım unsurları barındırdığına, reel sosyalizmin de bu bağlamda özellikle Stalin döneminde nasıl yanlış politikalar yürüttüğüne dair çok söz söylenebilir. Burada ise beni rahatsız eden, 90’lı yılları anlattığı bölümde bile yazarın aynı çerçeveyi öne çıkaran yorumu idi.

Ve nihayet, Ürdün Krallığı’nın yüceltilmesi, Çerkeslerin orada Suriye, Türkiye ve İsrail’e göre konumlarının çok iyi ve asimile edilmemiş olması gibi anlatımlarda, yazarın kimliğe dair nasıl bir imajı olduğunu anlayabiliyoruz. Kandur’a göre Çerkesler, diasporik bir halk olarak birçok devlete hizmet etmiş olmalarına rağmen yalnızca Ürdün Krallığı’nda gereken itibarı gördüler. Bu itibarın göstergesi ise sanıyorum ona göre, orduda en üst rütbelerde yer almış olmak olsa gerek. Zaten uzunca bir bölümde Çerkeslerin İsrail, Filistin, Irak savaşlarında üst kademelerde yer alıp nasıl onurlandırıldığını uzunca anlatır.

Diaspora halklarının tarihi her zaman acılarla yazılmıştır. Çerkeslerin de sürgünle başlayan bu acıları, bugün farklı coğrafyalarda halen devam etmekte. Romanı bitirdiğim sıralarda, Suriye’deki savaştan canını kurtarmaya çalışan Çerkeslerin haberleri mail kutuma geliyordu. Mayıs ayında Büyük Çerkes Sürgününü anarken ve birilerine sesimizi duyurmaya çalışırken, Suriye’de Çerkesler bir kez daha aynı acıları yaşıyor olacaklar. Değişen coğrafyalar, değişen iktidarlara rağmen değişmeyen gerçeklik, başkasına yaşam hakkı tanımama sanıyorum. Herkesin eşit, saygılı ve onurlu bir yaşamı hak ettiği bir dünyada var olma umuduyla.
Sayı : 2013 05