Efe Kızanı…
…
İsmini bilmeyen yok…
Hürriyet’in o koca koca sayfalarında, küçük küçük harflerle çıkmıştı…
Kitap oldu sonra…
Demek Cumhuriyet’in küçük küçük sayfalarında, koca koca harflerle çıkmıştı daha önce.
…
Koca Dino, kapakta karşılıyor bir başka tanıdık olarak…
Ön kapak, arka kapak toprak kokuyor…
…
Doğum günümden bir gün sonra yazılmış…
Bir ‘yaşamöyküsü’ diye yazılmış, ilk sayfalarda…
Onüçüncü baskı, kırkbirinci baskı karşı karşıya…
Efe kızanı dizleri her daim tozludur, ağır ağır hareket ederek oynar…
Bir yaprağın yere düşene kadar, bir ömür yaşayan Yaşar, bir Efenin dizleri tozlandığı oynadığını nasıl yazar…
Efelik bir gelenekti, kim karşı çıkarsa, adı bir daha okunmuyordu…
Türkü bile yakılmıyordu…
Tütün, eyerinde gizlenmişti, kokusuyla rengiyle…
Ölümden önce bir gece, aynı çatı altında…
Çok şaşırmamak gerek, çatı olmasa gece aynı ayışığı olmayacak mı, gündüz aynı yakıcı güneş olmayacak mı…
Sedefli tüfek alınmaz nedense, dert olur koca Efeye…
Yatak şarttır… Ne kadar çok yatak, o kadar çok Efe demek bu gelenekte…
İlk gün öğrenir, yüzbir yıllık değil, yüze çeyrek yüzyılı kalan yeşil gözlüden…
Bilmezler zeytin yenir, bilmezler ekmek katık olur Efeye…
Bu zeytin ağaçlarının yaşı kadardır…
Demiştim, doğum günümden bir sonra yazılmış…
Onüçüncü baskı, kırkbirlik baskı karşısında…
Jandarma, çok uzak değil…
Bir anısı varmış, anlatmış kitap olmuş…
Bin anısı varmış, anlatmış mektup olmuş…
…
Bir fazladan belki kordonu altın olan bir kılıç…
…
Onsekiz yıl, meşe içinde dinlenen, bir taşım suda demlenen çay ile okunuyor o sararmış yapraklar…
Duran adam olmuş, dağlarda durmamacasına…
Anıyı birinden dinlemiş, bir başkasından daha dinlemek istemiş…
Metelik istenmiş, o anıların dinlenmesi için…
Yetmemiş metelik dinlenecek o anılara. Gitmiş, toprak olmuş o anılar…
Kapak toprak renginde…
Kapak tütün renginde…
Heybeye giren çıkan, her tütün tabakası, bir tutam bırakmış o heybeye…
Bir kağıda sarılı cigara…
Kağıdın her biri, bir kitap yaprağı…
Yere düşen, bir kuru yaprak gibi…
Düşmesi bir çeyreği eksik yüzyıl kadar…
En çok hoşuma giden ‘gümüş gibi akan bir pınar’ var, bir çam gölgesinin yanından…
…
Bir gümüş meteliği yere düşmesini engelleyen bir kurşun ise, metelik yere düşsün, bir delik açacağına…
Altı patların gücü, düşüncenin üstüne çıktığı için, altı patlar altı meteliği yere düşürmüyor…
Gümüş gibi akan pınara, gümüş metelik damla oluyor sadece…
Bir yudum içerken, kurşun gümüşe karışıyor…
Karışmaz denen, bir yudum oluyor…
…
Çakırcalı baba…
Çakırcalı oğul…
Kurşun gümüş karışmış, baba oğul gibi…
Gelenektir…
…
Düzde, dağda yalnızdırlar…
Yatakları ise mor sümbül kokuludur…
…
Anlatılanlardan biri bin ise…
Çoğunu azını, yalanını doğrusunu en güzelini kitaplar bilir, ondan iyi türküler bilir…
Çakırcalı gelmiş geçmiş bu topraktan…
…
Kim vurduğu belli olmasın diye ağız birliği edilmiş…
Kimin vurulduğu belliymiş zaten…
…
Her zaman yeni kitaplar olmaz, eski kitapların sayfaları daha derindir…
Derinlik içinde ‘gümüş pınar’ akar, düşer toprağa…
Kapak rengi toprak rengi olan kitapta…
…
Bir daha geçerken der miyim acep; ‘Çakırcalı Efe! Çakırcalı Efe! Yol ver geçelim. Yaban değiliz’
Bir delik kalpak alnımızı kapatan, delik kalpak bir yıldız ile kapanmış…
…
Bıçağı ağzından vuranlar anlatmış, düşmanı karınca olan bilmiş nereden vuracağını…
Yıldızda yasak edilmişti, delik kalpakta yıldız olmuştu…
Her gece dağlara çıkan, yıldızı görürdü…
Er veya geç tüm yıldızlar kayardı…
Tütün kaçakçısı bir ateş ile yerini belli ederdi, sadece bir yatak kaybetmezdi…
Yüze insin diye Iraz söylemiş…
Kırkbeşinci kuyuda susuz kaldığını, gündüz uykusunda görse de, inmemiş düze…
Hepsinin çocukluğu dağda geçmiştir, atılan nidalar işe yaramış…
Bir öksürük ile başlamış atılan nidalar…
İşte böyle olmuş, bıçak ağzından vurulmuş…
Bir ben ile tanımış Iraz, bıçağın ağzından vurulanı…
Sayı: 2013 08
Yayınlanma Tarihi: 2013-08-01 00:00:00