Kafkasya Forumu
İki Aylık Siyasi Dergi
Sayı: 1 Kasım-Aralık 2005
Türkiye’deki ‘Diaspolitik’ Çerkes Kimliği
“Çerkesler’in Türkiye’deki kimlik süreçlerinin tarihsel olarak ne gibi değişimlere uğradığını incelerken, tarihi Osmanlı döneminden başlatmak ve ülkenin genel siyasi dalgalanmalarını göz önünde bulundurmak gerekir. Öyle ki Çerkesler, ülkedeki siyasi değişimlerden vatandaş olarak etkilendikleri gibi Çerkes kimlikleriyle de etkilenmişlerdir”
Kuzey Kafkasya’nın yerli halkı Çerkesler; yüzyıllar süren Kafkas-Rus savaşlarındaki direnişlerinin 21 Mayıs 1864 tarihinde kırılmasıyla birlikte, tarihi de kırılan bir halktır. Çarlık Rusya’sının 21 Mayıs 1864’te başlattığı ‘büyük sürgün’le beraber nüfusunun büyük çoğunluğu Osmanlı topraklarına gönderilen, sürgün yollarında büyük kayıplar veren ve ulusal gelişimi engellenen bir halktır. Çerkesler Osmanlı makamları tarafından dönemin Osmanlı toprakları olan Ürdün, Suriye, Libya, Anadolu ve Balkanlara yerleştirildiler.
Bugün hala, anavatanları Kafkasya da dahil olmak üzere dünyadaki Çerkes nüfusunun en kalabalık olduğu yer, günümüz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Karadeniz’in diğer kıyısından sürgünle geldikleri bu topraklarda 141 yıldan beri yaşayan Çerkesler, birlikle yaşadıkları Anadolu halkları tarafından çok az tanınırlar. Çerkesler’in yaşadığı bu topraklardaki tarihsel süreçlerinin sosyal bilimler ışığında incelenmesi biçiminde özetleyebileceğimiz bu çalışma, Çerkesler’in asla vazgeçemedikleri ve ellerinden uçup gitmekte olan kimliklerine sahip çıkabilmeleri adına, birincil derecede önemli olduğu öngörüsüyle oluşturulmuştur. Diğer taraftan bir diaspora toplumu olarak Çerkesler’in tanınması noktasında okuyucular için ilgi çekici olacağını düşünüyoruz.
Çalışmamız, Çerkesler’in sosyal karakterini incelerken onların bir diaspora halkı olup olmadığına cevap aramaktadır. Bu arayışa öncelikle diaspora tanımlarını sıralayarak başlayacağız ve Çerkesler’in Türkiye’deki kimlik süreçlerinin tarihsel olarak ne gibi değişimlere uğradığını bu tanımlar ışığında değerlendireceğiz
Diaspora
Dia (içinden, etrafa), speria (dağılmak, serpiştirmek) şeklinde ayırabileceğimiz diaspora kelimesi Yunanca’dan gelmektedir, ancak kelime kök olarak Yahudilere aittir. Diaspora kelimesi ilk defa Mısır’da yaşayan Yahudiler tarafından, sürgün kavramını ifade etmek için kullanıldı. Buradaki anlamıyla diaspora: Yahudilerin, nüfus olarak kalabalık, güçlü bir ülkeleri olduğu, bir felaket neticesinde dağılarak, sürgün bir halk oldukları ifade ediliyordu ancak böyle bir ülke yoktu. Diaspora kelimesi uzun yıllar bu haliyle donmuş bir kavram olarak kaldı, ta ki 19.yüzyıl’da ticaret yapmak amacıyla çevreye (Kolonilere) yayılan Yunanlı tüccarları tanımlamak için kullanılmaya başlanana dek. 19. Yüzyılın ilk yarısında meydana gelen, neticesinde keskin ve net sınırlar çizen dünya savaşları, iç savaşlar, ideolojik çatışmalar, ulus devletleşme sürecinde meydana gelen nüfus mübadeleleri sonucu birbirinden ayrı yerlerde yaşamak zorunda kalan halkların sayısı arttı ve diaspora kelimesi tekrar zorla yerinden çıkarılan, sürgün edilen halk anlamında kullanılmaya başlandı. 1970’lere kadar kelimeye literatürde rastlamak pek mümkün değildir. Kullananlar da Yahudi kökenli araştırmacılardır. Yahudi kökenli araştırmacılar da dini boyutu, sürgün, çekilen acılar etrafında şekillendirdikleri diaspora kavramını Yahudi paradigmasına referansla kullandılar. Yahudi tekelinde kalan diaspora kavramının kullanabilmesi için Yahudilerin çektiği sıkıntılara benzer sıkıntıları yaşamış olmak gerekmekteydi. Ayrıca tek başına sürgüne maruz bırakılmış olmak diaspora kavramının içini doldurmak için yeterli değildi: Öyle ki, gidilen yerde de çözülmeden, kültürel ve dinsel varlığı sürdürebilmek ve dönüş mitini (Tanrı’dan alınan söz: Vaad edilmiş vatana döneceksiniz) ortak bilinçte canlı şekilde tutmak gerekmektedir. 1970’lerden sonra, sosyal bilimlerdeki değişimlerden diaspora kelimesi de nasibini aldı fakat asıl yoğun ilgiyi 1980’lerde ve 1990’larda gördü. 1989 senesinde dünya, içinde bulunduğu soğuk savaş sisteminden çıktı, blokların kalkmasıyla birlikte soğuk savaşın dondurduğu tüm sorunlar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Dünya her konuda yeni tanımlamalara giderken diaspora kelimesinin de içeriğinde ve tanımlanmasında ciddi gelişmeler oldu. Anavatan ve anavatan dışında yaşayan insanların birbirleriyle görüşmeye başlamaları onları karşılıklı olarak içinde bulundukları durumu en doğru ifade edebilecek tanım arayışına yöneltti.
Yahudiler ve onlara benzer yollardan geçtiği varsayılan; köle ticareti sonucunda Amerika Birleşik Devletlerine gelmiş olan Afrikalılar, 1915 sonrası Osmanlı topraklarından Fransa ve Amerika’ya giden Ermeniler, 1845-1952 yılları arası kıtlık ve İngiliz politikaları yüzünden Amerika’ya giden İrlandalılar ve 1948’de İsrail’in kurulmasının ardından çeşitli Ortadoğu ülkelerine dağılmış olan Filistinliler dışında onlarca halk, politik olarak diaspora kelimesini kullanmaya başladı. Daha önce dar çevrelere hitab eden diaspora tanımı artık ciddi nüfusları yansıtmak zorunda kaldığı için üzerine düşülen bir konu halini aldı ve bir çok araştırmacının dikkatini çekmeye başladı.
Diaspora kelimesinin bugün bile hala tek bir tanımı yoktur. Kimler neden diasporadır? Hangi süreçler halkları diaspora olmaya götürür? Bunlara ve benzeri sorulara açık bir cevap bulmak güç. Diaspora kelimesini ilk ve sık kullanan Yahudi toplumu bu konuda birçok araştırmacı yetiştirmiştir ve bugünkü tanımlamaların hepsinde belirleyici unsur olmuşlardır.
William Safran, bu yazarlardan biri olarak bir toplumun ‘ideal diaspora’ olarak tanımlanabilmesi için bazı kriterler belirlemiş ve tanımlamasını bu kriterlere göre şekillendirmiştir. Kriterleri altı maddede özetlemek mümkün:
•İnsanların anavatanları dışında en az iki farklı yere dağılmaları,
•Anavatanla ilgili toplumun tümünde ortak hafıza oluşmuş olması ve geri dönüş miti,
•Misafir olunan ülkenin, kendilerini tam olarak kabul etmediklerine inanmaları,
•Doğru zaman geldiğinde anavatana mutlak ve son dönüş,
•Anavatanın idealleştirilmesi, korunması, inşası hatta yaratılmasına yönelik kollektif taahhüt,
•Ortak bilincin anavatanla süren ilişkilerle tanımlanması.
Safran’a göre bu kriterlerden birkaç tanesinin olması o toplumu diaspora olarak tanımlamaya yetmektedir. Safran bu konuya kriter getiren tek araştırmacı değildir. Robin Cohen zamanın değişen şartlarına bağlı olarak bunlara yeni eklemeler yapmıştır.
•Diğer ülkelerde yaşayan topluluk mensupları ile dayanışma halinde olmak,
•İçinde yaşanılan ülkede çoğunluğa geçit veren bir ortamda varlığını sürdürme olasılığı,
•Anayurttan sadece sürgünle değil, iş ve ticaret gibi nedenlerle de çıkmak.
Neticede gelişen ve değişen zamanın doğurduğu yenilikler de göz önüne alındığında bu kriterlere eklemeler yapılabilir. Yazarlar da bu yolu izleyerek eklemeler yapmış ama hepsinin bir toplumda olması şartını koşmamıştır.
Diaspora kavramına ilişkin tanımlamaları sıralarken, modern ve geleneksel anlamıyla da üzerinde durmak gerekmektedir. Bu konuda Fransız Felsefeci Emmanuel Levinas’ın tarihi karakterler yardımıyla yaptığı bu iki diaspora tanımı, kelimenin Yahudi toplumu tekelinde kalmış olmasının nedenini de gösterecektir. Troy’a savaşmaya giden komutan Ulysses’in 10 yıl süren uzun bir yolculuk sonucunda vatanı İtaka’ya geri dönmesi, geleneksel diaspora tanımına örnek teşkil etmektedir. Yolculuğun ne kadar uzun ve yorucu olduğu önemli değildir, nihayetinde vatana dönülmüş olması önemlidir. Diğer tarihi karakter ise Hz İbrahim’dir, toplumuyla birlikte vaad edilmiş topraklara doğru anavatandan bir daha dönmemek üzere ayrılır. İbrahim ve toplumu, yeni yerleri vatan yapmak zorunda kalarak modem diaspora tanımının kökenini oluştururlar (E. Levinas, s.348). Gabriel Sheffer ise modern diasporaları; göç sürecinden sonra azınlık olarak yaşamak zorunda olan ancak kültürünü koruyarak ‘nehrin iki yakasında’ da yaşamayı öğrenen insanlar olarak tanımlar. Yazar burada, hem anavatanla olan ilişkinin altını çizerken hem de yaşanılan ülkede hayatlarını devam ettirdiklerine dikkat çekmektedir.
Diaspora kelimesinin ortaya çıktığı ilk günlerden günümüze kadar yapılan bu yolculuk sonrasında asıl sorumuz: Çerkesler bu tanımlar çerçevesinde nerede durmaktadır? Sürgünlere ve çekilen bunca acıya rağmen diaspora tanımını doldurmak adına neler yapmışlardır? Bu tanıma katkıda bulunmuşlar mıdır? Bunun için önce Çerkeslerin Türkiye’deki kimlik süreçlerini gözlemlememiz gerekmektedir.
Çerkesler’in Türkiye’deki Kimlik Süreçleri
Çerkesler’in Türkiye’deki kimlik süreçlerinin tarihsel olarak ne gibi değişimlere uğradığını incelerken, tarihi Osmanlı döneminden başlatmak ve ülkenin genel siyasi dalgalanmalarını göz önünde bulundurmak gerekir. Öyle ki ÇerkesIer, ülkedeki siyasi değişimlerden ülke vatandaşı olarak etkilendikleri gibi Çerkes kimlikleriyle de etkilenmişlerdir. Çerkeslerin Türkiye’deki kimlik süreçlerinin tarihsel olarak ne gibi değişimlere uğradığı sorusuna Osmanlı ve Cumhu-riyet dönemi olmak üzere, iki farklı dönemden bahsederek cevap verebiliriz.
Osmanlı İmparatorluğu kendisini bir İslam Devleti olarak ifade etmekteydi ve halk ümmet ve millet olarak ikiye ayrılmaktaydı. Çoğunluğu oluşturan Müslüman tebaya ümmet adı verilirken, Müslüman olmayan halka millet adı verilirdi. Yani günümüzün azınlıkları Osmanlı için milletti.
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Çerkes halkları, Müslüman olduğu için ümmet sınıfındaydı ve bu sınıftaki her halk kadar hakka sahipti. Özellikle 23 Temmuz 1908’de ilan edilen 2. Meşrutiyetle daha geniş haklara sahip olan Çerkesler; halk olarak kendilerini ifade edebiliyor, çeşitli siyasal ve sosyal örgütlenmelere gidebiliyorlardı. Çerkesler, Kafkasya’ya olan güçlü aidiyet duygularıyla Osmanlı politikalarına uyumlu siyaset geliştirerek, bir yandan Osmanlı’nın bölgedeki nüfuzunu güçlendirirken bir yandan da Türkiye’deki etkinliklerini arttırıyorlardı. Osmanlı ordusu ve bürokrasisinde de oldukça etkin bir rolleri vardı. Bu durum Çerkesler’in yaşadıkları topraklardaki siyasi erke karşı güçlü bir aidiyet duygusu beslemelerine yol açmıştı. Bu dönemde Türkiye’deki Çerkesler’in tarihi kentlerde yazılıyor, ciddi bir kentli Çerkes duruşu gelişiyordu. Bu süreç, Osmanlı’nın son dönemlerinde Çerkesler’i güçlü bir diaspora haline getirmişti. Bu dönemde, Çerkes Teavun Cemiyeti kültüre yaşam alanı sağlıyor, Çerkes dillerinde eğitim veren okullar açılıyordu. Osmanlı’da ilk defa kız-erkek karma eğitimin verildiği Çerkes Okulu buna örnek teşkil ediyordu. Arap ve Latin harfleriyle Çerkes dillerinde alfabeler hazırlanmış, dergi ve gazeteler çıkartılmıştır. Çerkes Teavun Cemiyeti kültür-eğitim konularında çalışma gösterirken, Çerkes Teavun Cemiyeti kadrolarından bir grubun kurduğu Şimali Kafkasya Cemiyeti ise siyasi faaliyetleri yürütüyordu. Birbirlerinden destek alıyor ancak görevlerini karıştırmıyorlardı. Öyle ki İngilizlerin İstanbul’u işgaliyle Şimali Kafkasya Cemiyeti kapatılmış fakat Çerkes Teavun Cemiyeti Cumhuriyetin ilanına kadar faaliyetlerine devam etmişti. 1908 sonrası Osmanlısında bahsi geçen Çerkes örgütlenmeleri Kafkasya’ya kitap ve öğretmen yollayarak anavatan ve diaspora arasındaki kültürel birliği geliştirmeye çalışıyorlardı. Hatta 11 Mayıs 1918’de kurulan Bağımsız Birleşik Kafkasya Dağlıları Cumhuriyetinin kurucu kadrosunun önemli bir kısmı diasporadan giden Çerkeslerdi. Bu süreç umut verici bir diaspora anavatan ilişkisi tesis edilmesinin önünü açmıştır. Bu noktada sağlıklı bir diaspora anavatan ilişkisi için asıl anlaşılması gereken; birinin diğerini yaratıyor olması değil, birbirlerinden besleniyor olmalarıdır.
Sürgündeki Çerkesler, savaşlarla dolu yüzyılın başından, 1920’Iere gelene kadar birbirleriyle iletişim halindeydiler. Ancak ulus devletlerin sınırlarını çizmek için verdikleri mücadele ve Sovyet Devrimi sonrası gelişen politikalar sonucu Sovyetler Birliği, Türkiye, Suriye, Irak ve Ürdün’deki Çerkesler arasındaki ilişki kesildi. I. Dünya Savaşı Avrupa’nın üç büyük İmparatorluğu olan Osmanlı, Rusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarını yıktı. Ulus Devlet dalgasıyla beraber yıkılan imparatorlukların bulundukları bölgelerde pek çok yeni devlet oluştu. I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu sahasında Türkiye Cumhuriyeti ulusal kimliğini oluşturmaya başladığında, dönemin elitleri devletin geleceğini tek bir millet ve vatan olarak görüyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı bitiminde galip devletlerle Türkiye arasında imzalanan ve ülkenin duruşunu ifade eden; Lozan Antlaşması gereğince sadece Müslüman olmayanlar azınlık olarak kabul edildi, fakat Osmanlı 50’nin üzerinde Müslüman ve Müslüman olmayan etnik gruptan oluşuyordu. Bu süreç içinde elitler yaptıkları reformlarla, toplumun inisiyatifi dışında Türk-Sünni İslam kimliğine yönelen homojen bir kültür oluşturma yolunu seçtiler ve birçok etnik grup kimliklerini Türkiye Cumhuriyeti’nin çoğulcu milliyetçilik anlayışına eklemlendirmek zorunda kaldı. Tıpkı Osmanlı dönemindeki statüleri gibi devlet içindeki çoğunluğa dahil edilen Çerkesler, uluslaşma sürecinin doğal etkileriyle beraber tıpkı diğer etnik gruplar gibi eskiden sahip oldukları hakları kaybettiler. Bununla beraber Kurtuluş Savaşının en dinamik halklarından biri olan Çerkesler şehirlerdeki örgütlenmelerini de yitirdiler. Şehir örgütlenmelerinin kaybedilmesi ve kültürün artık şehirlerde yaşam alanı bulamamasıyla birlikte, kültür kırsal alanlarda yaşamaya devam etti. Türkiye’nin sanayileşme hareketiyle başlayan köyden kente göç, şehirlerde tekrar bir Çerkes nüfusu oluşturdu. 1961 Anayasası’nın siyasallaşma ve örgütlenme konusunda getirdiği imkanlardan kentli Çerkesler de yararlandı. Bu dönemde sayıları artmaya başlayan Kafkas Kültür Demekleri, kültürlerine tekrar şehirde bir yaşam alanı oluşturmaya çalışıyorlardı. Ancak dönemin şartları gereği folklorik öğelerle sınırlı kalındığından kendi yarattıkları alanların dışına çıkamıyorlardı. Kültür dört duvar arasına sıkışmış durumdaydı. Bu sebeple kamusal alana taşınmış bir kültürden bahsetmek mümkün değildi. Bu dönemde ülkenin içinde bulunduğu siyasallaşma sürecine daha çok ülke vatandaşı kimlikleriyle katıldılar ve çeşitli siyasal akımların kadrolarında yer aldılar. Her ne kadar Çerkes örgütlenmeleri siyasallaşmasa da, ülke genelinde olduğu gibi Çerkesler’in birey olarak siyasallaşması kültürel amaçlı örgütlenmeleri de kutuplaşmalara yöneltti. Fakat dönemde yaşanan siyasi çatışmalar sonucu ortaya çıkan şiddet Çerkesler arasında şiddete dönüşmedi. Bu durum Çerkeslerin ideolojik ayrımlarına rağmen kültürel birlikteliklerini koruduklarını ifade etmektedir. Çerkesler 1968-1978 dönemlerini bu şekilde atlattılar ve kültürel boyutun ötesine taşınmayan yani folklorik olarak adlandırılabilecek örgütlenmelerini geliştirdiler. Ancak 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle beraber diğer örgütlenmeler gibi Çerkes örgütlenmeleri de dağıtıldı. Çerkesler, Türkiye’deki siyasal kırılmaların birinden daha Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olarak etkilenmelerinin yanı sıra Çerkes kimlikleriyle de etkilenmiş oldular. Canlanmaya çalışan diaspora ruhu tekrar can çekişmeye başladı. 1982 anayasasını takiben 1984 senesinden itibaren tekrar açılmaya başlayan Kafkas Kültür Dernekleri ve Vakıfları artık daha fazla devlet kontrolündeydi. Askeri darbe, yeni anayasa ve değişen siyasi iktidarlarla beraber 1980 sonrasının ülke genelinde yarattığı siyasallaşma paranoyasından Çerkes örgütlenmeleri de etkilendi. Çerkeslerin tekrar bir diaspora olma yolundaki ciddi ivme kaybı yaşanılan süreci bir daha geri sarmaya başlamıştı. 1990’lara kadar olan bu gerileme döneminin ardından neler yaşandı ki biz bugün tekrar diaspora kelimesini gündeme alma ihtiyacı duyduk. (Devam edecek)