23 Şubat 1944 Çeçen-İnguş Sürgünü 70.yıl

0
545

Unutmadılar! Unutturmayacaklar!
Sovyetler Birliği ve Hitler arasında 1941’de başlayan savaş, Sovyet hükümetine başından savmak istediği halklar üzerinde baskı kurmak için bahaneler de sağlamıştı. Faşistlere savaş ilan eden hükümet, el altından Nazi prensiplerinin tam da aynısını Sovyetler Birliği’ndeki etnik gruplara uyguluyordu.

Halklar, politik şizofreni nedeniyle hain ilan ediliyor ve yaşadıkları topraklardan koparılıyordu. Stalin, 1944’ün Şubat ayında, Çeçen ve İnguşların yaşadıkları topraklardan atılmaları görevini Lavrenti Beria’ya verdi. Lentil Operasyonu, 23 Şubat 1943 tarihinde saat 02:00’de ‘Panter’ parolasıyla başlatıldı. Sabah 06:00’da Stalin’in askerleri Çeçen ve İnguşların yaşadığı evlerin kapısını çalmaya başlamıştı.

Masum insanlar, Almanya ile işbirliği yaptıkları iddiasıyla “halk düşmanı” ilan edilmişti ama bu iddia hiçbir zaman ispat edilemedi. Yüzbinlerce insan, öncesinde hayvan taşınan vagonlara tıkıştırılarak Sibirya ve Orta Asya’ya götürüldü.

Stalin’in ardından Sovyetler Birliği’nin başına geçen Nikita Kruschev, 25 Şubat 1956 tarihinde gerçekleştirilen kongrede, Stalin döneminde sürülen halkların ülkelerine dönmelerine izin verildiğini açıkladı ama Çeçen ve İnguşların ülkelerinde, tarihlerine ait hiç bir iz kalmamıştı. Sürgünün ardından Çeçen ve İnguşların nüfus kayıtları silinmiş, geçmişlerine dair ne varsa Grozni’de yakılmış, asırlık kuleler yıkılmış, köylerin isimleri bile değiştirilmişti.

Henüz 15 günlük bebekken ailesiyle birlikte Yalho köyünden Sibirya’ya sürülen ve 9 Kasım 1991-21 Nisan 1996 tarihleri arasında Çeçenya Cumhurbaşkanlığı yapan Cevher Dudayev’in 23 Şubat1994’teki kararıyla 23 Şubat günü, Çeçen Ulusunun Diriliş Günü olarak ilan edildi.

Çeçen ve İnguşların tarihsel hafızalarından hiç silinmeyecek olan 23 Şubat 1944 Sürgünü tanıklarının anlattıkları, tarihin en trajik sürgünlerinden birine ışık tutuyor. Onlar hiç unutmadılar.
**
İmran Hakimov

“Kadınların çoğu idrar yolu enfeksiyonu nedeniyle hayatını kaybetti. Çünkü utançlarından vagonlardaki tuvaletlere gidemiyorlardı”

**

Ziyavuddi Dakaev

“Babam Sovyetler Birliği için Gomel bölgesinde savaşıyordu. Yaralandığı için eve döndüğünde bir Ermeni komşumuz gelmiş ve ‘Aileniz sürüldü, tren istasyonuna gidin’ demiş. Babam zor da olsa istasyonda bizi bulmuş ve Albay’a kendini tanıtarak ‘Hiçbir yere gitmiyorum. Beni ve ailemi burada öldürün’ demişti. Albay’ın cevabı netti: ‘Emirlerime uymalısın asker. Sana tek yapabileceğim yardım sıcak tutacak giysiler ve yiyecek olabilir. Kazakistan’a sürüldünüz’

**

“Boynuzlarımız olduğu söylenmişti”

1938 doğumlu Y. Khabir: Sürgünde henüz altı yaşındaydı ama o korkunç günleri hiç unutamadı.

 “Vagonlarda tuvalet yoktu, tren zaman zaman duruyor, askerler tuvalet ihtiyacı için ‘dışarı çıkın’ diyordu ama bu riskliydi. Çünkü hemen ardından ya tren hareket ediyor ya da inenlere ateş ediliyordu. Tuvalet olarak kullanılan yeri çarşafla kapatmıştı vagondakiler. Birisi oraya gittiğinde, insanlar şarkı söylemeye başlıyordu çekinmemesi için. Bir kadının çok utandığını ve bu yüzden mola verildiğinde görünmemek için trenin altına gittiğini ve tren hareket edince ezildiğini söylemişlerdi. Babamız bize de böyle bir şey olmasından korktuğu için biz hiç dışarı çıkmıyorduk.

Kazakistan çok soğuktu ve herkes açtı. Oradakiler de zaten zor durumdaydı ve üstüne bir de biz gitmiştik. Stalinist propaganda bir anlamda başarılı olmuştu. Kazakistan halkına bizim korkunç insanlar olduğumuz söylenmişti. Boynuzlarımız olduğunu ve taşlanmamız gerektiğini söylemişlerdi. Ama işler tersine dönmüş, bize taş atmak yerine bizden korkar olmuşlardı. Her seferinde babamdan, şapkasını çıkarıp boynuzlarını göstermesini istiyorlardı. Babam şapkasını çıkarınca da boynuzlarını kafasının içine çekip sakladığını düşünüyorlardı.
Isınmak için odun yoktu, yiyecek yoktu. Zamanla abim bir çiftlikte iş buldu. Sık sık bize yiyecek getirirdi kazandıklarıyla. 11 kardeştik, beşi yaşadığımız korkunç şartlar yüzünden hayatını kaybetti”
**

“Sıcaklık demek yaşamak demekti”

Ahmed S.: Sürüldüklerinde 16 yaşındaydı.

 “Okur-yazar olmam çok işime yaradı. Şatoy’da yaşıyordum sürgünden önce ve benden büyük insanlara okuma yazma öğretiyordum. Kazakistan’da önce bir tarlada çalıştım. Sonra demir dövme işine başladım. İşyeri sıcak oluyordu ve sıcaklık demek yaşamak demekti o soğuk günlerde. Bir gün işyerinde belgeleri imzalarken, okuma yazma bildiğimi anlayıp iş teklif ettiler. Ekmek ve diğer gıda maddelerinin dağıtımı için verilen kartların denetimini yapacaktım. Ama nedense reddettim, çünkü sıcağı bırakmak istememiştim. Bana iş teklif eden adam ‘Aptal mısın sen? Neyi reddettiğini biliyor musun? Ailen ve sen aç kalmayacaksınız’ dedi. Açıkçası o adama minnettarım, onun sayesinde ailem ve ben hayatta kaldık.
Bir gün dolaşırken, koltuk değneğiyle yeni sönmüş bir ateşin küllerini karıştıran yaşlı bir kadın gördüm. Ne yaptığını sorduğumda ‘Yanmış kömür içinde bazen balık kafaları buluyorum, bu da bir nevi et demek,  onları topluyorum’ dedi. Çok üzüldüm, belli ki evlerinde çalışan biri yoktu. Ona yemek kartları verdim. Bunu yaptığım için vurulabilir ya da işten çıkartılabilirdim ama hiç önemi yoktu”

**

“Vagonlara birkaç tane donmuş ekmek parçası atıyorlardı”

Mady Bakhmadov: Kolkhadoy’dan Kazakistan’a sürüldüklerinde 13 yaşındaydı.

“O soğuk sabahı, köpek havlamalarını ve çığlıkları asla unutmayacağım. Evimizden 12 km. uzaktaki köye yürüdük karlar üzerinde. Annem tüm yol boyunca iki küçük kardeşimi kucağında taşımıştı, babam hastaydı. Tuhaf bir durumdu. Kızıl Ordu saflarında faşistlerle savaşan Çeçenler vardı ama arka planda da aynı ordu bizi vatanımızdan sürüyordu. Peki ama neden? Kimse bir açıklama yapmıyordu.

Vagonlara doldurulduk ve 20 gün boyunca hiç dışarı çıkmadan bu ‘tekerlekli hapishane’nin içinde korkunç bir yolculuk yaptık. Bazı istasyonlarda treni durdurup içeriye birkaç tane donmuş ekmek parçası atıyorlardı.

Herkes mutsuzdu. Stalin’in bu durumdan haberi olmadığını, böyle bir şey yapılmasına asla izin vermeyeceğini söyleyenler vardı. Fazla toyduk galiba ki buna inanıyorduk”

**

“Hiç çocukluğum olmadı”
Aset Khadzieva: Sürgünde 14 yaşındaydı, 22 Mart 2008’de hayata veda etti.

 “İtum-Kalininsky’ye bağlı Ati-Pkhovda’da yaşıyorduk. Ailenin tek kız çocuğu bendim. Altı erkek kardeşim vardı, bir tanesi sürgünden önce ölmüştü. O günleri çok iyi hatırlıyorum. Annem Zakan Yurt’taki kız kardeşini ziyarete gitmişti. Yanımızda annemiz yokken Kazakistan’ın kuzeyine sürüldük. Taldy-Kurgan Oblast’ında kireç üreten bir fabrikanın topraktan yapılmış kulübelerinden birine yerleştirildik. Isınma imkanımız yoktu. Tifüs salgını başladı ve üç erkek kardeşim hayatını kaybetti. Sonra babam hastalandı ve o da öldü. Babamı, komşumuz Zariat’la birlikte evdeki giysilerden yaptığımız kefenle gömdük. O kulübelerde amcalarım ve amca çocuklarımın çoğu hayatını kaybetti. Hatırladığım kadarıyla benim hiç çocukluğum olmadı, sanki hep yetişkindim. Sürgün beni yetişkin gibi davranmaya zorlamıştı”

**

“Annemin sattığı kadife elbiseyi hiç unutamadım”

Ashko Magomadova: 6 yaşındayken Kolkhadoy köyünden Türkistan’a sürüldü.

 “O günleri hatırlamak çok acı verici. Küçüktüm ama sürüldüğümüz günü çok iyi hatırlıyorum. Hepimizi köydeki bir binaya tıktılar. Korkunç bir manzaraydı. Çocukların ve kadınların çığlıkları duvarlarda çınlıyordu. Babam arıcılık yapıyordu ve kış olduğu için kovan evin içindeydi. Askerler bal bulmak için kovanı kırınca babamın özenle yetiştirdiği arılar soğuktan ölmüştü.

Türkistan’a vardığımızda farklı iklim şartları nedeniyle çok Çeçen öldü. Açlık da dayanılmaz hale gelmişti. Annemin o güzel elbisesini satmak için pazara gidişimizi hatırlıyorum. O elbiseyi hala unutmadım, yeşil renkli kadife bir elbiseydi ve anneme çok yakışıyordu. Annem elbiseyi ve büyük atkısını sattı, o parayla büyük bir ekmek alabilmiş ve eve çok mutlu dönmüştük. Annem evdeki akrabalarımız ve bizim için ekmeği eşit parçalara böldü. Kişi başına kibrit kutusu büyüklüğünde ekmek düşmüştü.

Babam madende işe girmişti. Öğle yemeklerinde 400 gram ekmek veriyorlardı, babam yemek molasında o ekmeği yememiz için eve getirip işe geri dönüyordu”

**

“Yarı pişmiş patatesin unutulmaz lezzeti”

 Aina Magomadavo: Grozni’den Kazakistan’a sürüldüğünde 3 yaşındaydı.

 “Çok küçük olduğum için sürgün yolculuğunu hatırlamıyorum ama Kazakistan’da geçirdiğim çocukluğuma dair unutamadığım bazı anılar var. Üç kız kardeştik. Babamı tutuklamışlardı. Ayrılırken beni dizine oturtmuş ve cebime üç ruble koymuştu. Babamı götürmek için kamyona bindirdiler, o kamyonun arkasından ağlayışımızı bugünmüş gibi hatırlıyorum.

Yetimhaneye verilmiştik ama kız kardeşlerimin nerede olduğunu bilmiyordum. Yetimhanedeki çocuklar hep yarı açtı, çünkü verilen yemekler çok kötüydü. Bir gün birkaç çocuk yanıma gelerek, ‘Ziyaretçin var’ dediler. Gelenler ablalarım Zalpa ile Zalpato’ydu. Meğer onlar da aynı yetimhanenin başka bir şubesindeymişler. Bana ateşte pişirilmiş iki büyük patates getirmişlerdi. Yanıma oturdular, patateslerden birini yedim. Öylesine lezzetli gelmişti ki o yarı pişmiş patates.

Bir de annemin bizi bulup almaya geldiği günü unutamam. Çocukluğumuzu hiç yaşayamamıştık ama yaşlılığımızda da savaşı gördük”

**

“Yatak yerine yarı donmuş saman balyaları vardı”

Samart Dudaeva: Sürgünde 7 yaşındaydı.

 “Ulus-Kert’te yaşıyorduk. Babam bir fabrikada ustabaşı olarak çalışıyordu. 7 kardeştik. Kamyonlara doldurulup tren istasyonuna götürüldük. Vagonlar buz gibiydi. Yolculuk esnasında açlık ve soğuk nedeniyle insanlar teker teker ölüyordu. Sevdiklerini kaybedenlerin, gideceğimiz yerde gömmek için cesetleri saklamaya çalıştıklarını hatırlıyorum. Trenin her duruşunda, askerler arama yapıyor ve cesetleri ayaklarıyla dışarı atıyorlardı.

Kırgızistan’ın Osh Oblast’ına götürüldük. Halk bize hiç yanaşmıyordu, çocuklarının çocuklarımızla oynamasına bile izin vermiyorlardı. Onlara Çeçenlerin yamyam oldukları söylenmişti. İlk götürüldüğümüz yerde yatak yerine yarı donmuş saman balyaları vardı. Sonrasında Frunze’ye (Bişkek) gittik.

İnsanların, açlıktan ölmemek için gübrenin içindeki tahılları toplayıp yediklerini gözlerimle gördüm”

**

“Yalınayak ve paltosuz insanlar makineli tüfek namluları altındaydı”

Zaikhar Pasanova: Gendergev’den Kırgızistan’a sürüldüğünde 32 yaşındaydı. Şubat 2005’te hayata veda etti.

“1944’ün Ocak ayında köyümüze askerler gelmişti. Köylere yollar yapılacağını söylemişlerdi. 5 tanesi bizim evde kalıyordu. Yemeklerini yapıyorduk. Zamanla daha samimi olmuştuk. Bize devamlı çocuklar için neden daha ısıtıcı kıyafet ve ayakkabılar almadığımızı soruyorlardı.

23 Şubat sabahı, çocuk ve kadın çığlıklarıyla inliyordu köy… O sırada çocuklara kahvaltı hazırlıyordum. Bir komşumuz hızla eve girdi, konuşmaya bile gücü yoktu, mırıldanarak ‘Bizi Sibirya’ya götüreceklerini söylüyorlar’ dedi. İnanmadım ve dışarı fırladım. Ne yazık ki komşum haklıydı. Öğlene varmadan hepimizi köy camisinde topladılar. Kimi yalınayak kimi paltosuz insanlarla makineli tüfek namluları altında beklemeye başladık. Sonra komşu köy Zandak-Ara’daki insanları da getirdiler. Çamurlu ve karlı yollardan geçerek Khochi-Ara köyüne gittik. 6 yaşındaki oğlum, 21 aylık kızım ve 1 yaşındaki kızım da yanımdaydı.

İlk geceyi dışarıda geçirdik. Ertesi gün yürümeye devam ettik ve gece Rogun-Kazha’ya ulaştık. Ertesi gün kamyonlar geldi ve Hasav-Yurt istasyonuna götürüldük. Vagonlara doldurulduk ve sonsuza dek sürecekmiş gibi görünen o uzun yolculuk başladı. 22 günlük yolculuğun ardından Osh Oblast’ına vardık. Ne barınacak bir yer ne de yiyecek vardı.

Kocam sürgünün ilk yılında öldü, sonra annemi yitirdim. Açlıktan ölmemek için, biçilmiş tarlalardan buğday başaklarını toplar, kaynatıp yerdik. Bunu yapmak çok tehlikeliydi, yakalanan en az beş yıl hapse mahkum ediliyordu”

**

Haybah Katliamı ve Tiysta’da yaşananlar

27 Şubat 1944’te dağ köyü Haybah’ta 705 Çeçen yakılarak öldürüldü. Diri diri yakılanların en yaşlısı 110 yaşında, en gençleri ise Hasan ve Hüseyin adındaki henüz bir günlük ikizlerdi.

Haybah ve çevre köylerden sürülmek üzere toplanan insanlar köy meydanına dizilmişti.  Hasta ve yaşlıların gruptan ayrılmaları istendi. Hamile kadınlar dahil çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan hastalarla yaşlılar ahıra götürüldü ve ahır ateşe verildi. Yanmaktan kurtulmak için kapıyı kırıp çıkmak isteyenler makineli tüfeklerle öldürülmüştü.

 Haybah’ta bunlar olurken, yakınındaki Tiysta köyünde de bir başka dram yaşanıyordu. 1892 doğumlu Ahmed Muradov o günü şöyle anlatmıştı:

“Köylerimiz, seslensek birbirimizi duyacağımız kadar yakındı. 8 kişilik ailem ve ben tifo hastalığına yakalanmıştık, o yüzden götürülmemiştik. Pazar günü, 8 yaşındaki oğlum su getirmek için dışarı çıkmıştı. Suyu getirdiğinde Haybah’tan silah sesleri geldiğini, köpeklerin havladığını ve köyün üzerinde yoğun bir duman tabakası olduğunu söyledi.

Çok geçmeden evimizin penceresine ateş edildi. Duvardan kopan kil parçaları üzerime düştü. Akşamüzeri askerler gördüm. Ellerinde silah ve kırbaçlar vardı. İki tanesi omuzlarımdan yakalayıp bahçeye çıkardı. ‘Ateş’ emrini duydum. Silahın çınlamasının ardından düştüm, çenemden yaralanmıştım. İtiş kakış sırasında kolum da kırılmıştı. Üçüncü bir asker daha olduğunu fark ettim, sırtıma süngü dayamıştı. Süngüyü omzumdan vücuduma doğru itiyordu, çok acı veriyordu. Sonrasında beni yere attıklarını hatırlıyorum, bilincimi kaybetmiştim.

Kendime geldiğimde sürünerek eve gitmeye çalışırken, bahçede annem Rakka, kızkardeşim Zarni, erkek kardeşim Umar, 8 ve 6 yaşlarındaki oğullarım Shamana ve Uvays ile 8 yaşındaki yeğenim Asho’yu vurmuş olduklarını fark ettim. Shamana henüz ölmemişti, bana baktı ve ‘Baba çok acıyor’ dedi. Bunlar son sözleriydi. Kızımı bulamadım.

Kendime mezar yapabilmek için sağlam elimle bir çukur açmaya çalıştım, sonra yeniden bilincimi kaybettim, kendime geldiğimde bahçede bir asker gördüm ve hemen gözlerimi kapadım. Yaşadığımı fark etse beni vururdu. O çukurda 3 gün kaldım. Sürünerek dağlara doğru gitmeye çalışırken arkamdan birinin geldiğini fark ettim. Gelen kişi, beni arayan amcam Ali’ydi”

Çeviri: Serap Canbek

www.vainahkrg.kz

kavkazcenter.com

dosh.du.ru

vainah.info.com

Sayı : 2014 02

Yayınlanma Tarihi: 2014-02-24 00:00:00