“Cehennem yeryüzüne inmiş gibiydi”
Nazilere Karşı Savaşırken Can Veren 17 Bin Abhazyalı Asla Unutulmayacak
“Cehennem yeryüzüne inmiş gibiydi”
Nazilere Karşı Savaşırken Can Veren 17 Bin Abhazyalı Asla Unutulmayacak
İkinci Dünya Savaşı’nın bitip, Nazi Almanyasının teslim olduğu gün olan 9 Mayıs bir çok eski Sovyet ülkesinde olduğu gibi Abhazya’da da coşkuyla kutlanan bir bayram. Küçük bir ülke olan Abhazya’nın on beş bini aşkın vatandaşını Hitler Faşizmini durdurmak için cephelerde kaybettiği düşünüldüğünde, 9 Mayıs’ın Abhazya için ne kadar önemli bir bayram olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
İşte bu nedenle bu 9 Mayıs’ta da tıpkı geçmiş senelerde olduğu gibi başta başkent Sohum olmak üzere tüm Abhazya’da törenler, askeri geçitler ve çeşitli kutlamalar gerçekleştirildi. Bu törenler içinde hiç şüphesiz en kalabalık ve coşkulu olanı Sohum Meçhul Asker Anıtı önünde yapılanıydı. Bu törende tüm gözler bu büyük zaferi armağan eden ve faşizmin karşısında bedenlerini siper eden Abhazyalı savaş gazilerindeydi. Bu kahramanlardan biri olan ve savaşta yaralanarak sakat kalan Oçamçiralı savaş gazisi Georgi Dgebuladze İvanoviç ile Anıt Baba (Papba) bir söyleşi yaptı. Bu kahraman Abhazyalının ilginç ama bir o kadar da trajik öyküsü eminiz sizleri de duygulandıracak.
-Merhaba bize kendinizden biraz söz eder misiniz? Nerede, ne zaman dünyaya geldiniz?
-1927 yılının 10 Mayıs’ında Abhazya’da Oçamçira’nın bir köyünde doğdum. Daha 10 yaşındayken babam Troçkist olduğu gerekçesi ile önce tutuklandı, sonra da kurşuna dizildi. Bir yıl geçmeden ben de daha 11 yaşında dünyadan habersiz bir ufacık çocuk olmama karşın babamdan ötürü olsa gerek “Troçkist” suçlamasıyla gözaltına alındım. 1938-1942 yılları arasında yani 15 yaşıma kadar dört yıllık bir süreyi, dışarıda gece mi, gündüz mü olduğu anlaşılmayan büyük ve karanlık bir binada geçirdim. Çıktıktan sonra Tiflis yakınlarında olduğunu anladığım bu binada, günlük 1 kara ekmek ve su ile o kadar uzun süre nasıl olup da hayatta kaldım bugün bile aklım almaz.
-Savaşın başladığını bu binada mı öğrendiniz?
-Evet. Ama ilk zamanlar pek sağlıklı bir bilgi alamıyorduk. 1942 yılında bir gün aniden bu binadan çıkarıldık. Yüzlerce kişiydik. Tiflis istasyonuna götürüldük. Orada yük vagonlarına bindirildik. Nereye götürüldüğümüz hakkında pek bir fikrimiz de yoktu. Nihayetinde bir gün sonra Vladikavkaz istasyonunda trenden indirildik ve bir askeri birliğe götürüldük. Orada bize yemek verildi. Dört yıl sonra yediğim ilk yemekti. Ne kadar şaşırdığımı size anlatamam. Normal yemeğin nasıl bir şey olduğunu unutmuştuk biz. Sonra bir garaja konduk. Bir müddet geçince beşer beşer almaya başladılar. İçerde kalanlar olarak dışarıya gidenlerin akıbetin ne olduğu hakkında tahminler yapıyorduk. Bazıları onların kurşuna dizildiğini düşünüyordu, bazıları da bizi kurşuna dizmek için buraya kadar getirip yemek yedirmelerinin saçma olacağını söylüyordu. Meğerse dışarı götürülenlerin saçı sakalı kesilip temizleniyor, asker kıyafeti veriliyormuş. Yani askere alınmışız ama haberimiz yokmuş. Bu askeri birlikteki hayat önceki döneme göre çok iyiydi. Yemekler güzel, yatacak yerler temiz ve tertipliydi. Ayrıca spor yapabiliyorduk. Ama bizleri yine de diğer normal askerlerden ayırıyorlardı. Çünkü bizler “sakıncalılardık”. Örneğin bize silah verilmesi yasaktı ve bir de sık sık eğer kaçmaya çalışırsak acımadan vurulacağımız söyleniyordu.
-Cepheye ne zaman yollandınız?
-Sadece bir ay sonra askeri birlikteki mutlu günlerimiz bitti. Kafamıza bir baret, elimize kazma kürek verdiler ve istihkamcı olarak cepheye sürüldük. Grozni’yi Almanlardan kurtaran birliklere katılabilmek için Kuban’dan, Tiharetsk’e kadar yürüdük. Sürekli çatışma vardı ve sık sık uçakların saldırısına maruz kalıyorduk. En korkuncu da bu saldırılardı. Bu yürüyüşümüz tam bir ay sürdü. 400 kişilik istihkam birliğinden ben dahil sadece 11 kişi hayatta kaldı. Şartlar o kadar ağırdı ki bizim hayatta kalmamız da aslında mucizeydi. Tiharetsk’te bu 11 “sakıncalıya” da silah verdiler. Ateşle sınanmıştık ve artık bize güveniyorlardı. Ben 7. Tugay emrine verildim. İlk gün bütün askerleri sıraya dizip araba kullanmayı bilen olup olmadığını sordular. Abhazya’da bizim oralarda daha o yıllarda bile çocuklara araba sürdürmek merakı vardı. Ben de daha on, on bir yaşımda bacak kadar bir çocuk olmama rağmen şoför koltuğuna çok oturmuştum. Koca birlikten ben dahil dört kişi beş adım öne çıktık. Hala o kadar küçüktüm ki bir tek bana inanmadılar ve imtihan ettiler. Askerde bir buçuk tonluk denen bir araç vardır ona bindirdiler bir subayla beraber. O da bana çeşitli komutlar verdi. 500 metre kadar sürdüm. Şaşırdı, sonra beni dar bir yola soktu ve bir müddet daha gittik. Sonra o dar yolda geri vites ana yola kadar gelmemi istedi. Bunu da başarınca araba kullanmayı cidden bildiğime ikna oldular. Yalnız bir sorun vardı. Ehliyetim yoktu. Bunu komutanlara söyleyince epey bir güldüler. Öyle ya savaşın ortasında askeri bir arcı hangi polis durdurup ehliyet soracaktı ki…
-Bu şekilde şoförlüğe mi başladınız.
-Evet önce Leonidov isimli bir subayın şoförlüğünü yaptım. Sonra da Novorosisk yakınlarında Kuban bölgesini Almanlardan temizleme işinde yardımcı olmak için kurulan yeni bir hava üssünde görevli Kablevski isimli bir pilotun emrine verildim. Bu dönem şahit olduklarımız çok korkunçtu. Almanlar partizanlara yardım ettiklerinden şüphelendikleri sivilleri kadın çocuk demeden topluca katletmeye başlamışlardı. İnsanları egzoz gazı kasalara verilen özel imal edilmiş kamyonlara dolduruyor, öldürdükten sonra çukurluk alanlara cesetleri atıyorlardı. Geri çekilen Alman birliklerinin ardında her yerde bu toplu mezarları bulmaya başlayınca Sovyet ordusu da acımasızlaştı. Artık Almanları geçmişteki gibi esir almıyorduk. Yakalanan Alman derhal vuruluyordu. Sonunda Almanlar Kuban’dan tamamen temizlendiler. Ta Rostov’a kadar çekildiler. 1943 yılıydı. Ardından Harkov’a ulaştık. Bu arada Sovyetler için çok önemli kömür madenlerini de geri almıştık.
-Savaş artık çok hızlanmıştı herhalde.
-Evet. Buradan Kursk denen yere geldik. Burada öyle bir savaş oldu ki. Ne daha önce olmuştur bence, ne de bundan sonra olur. Düz bir ovada binlerce tank, yüz binlerce asker birbirine girdi. Adeta demirden iki dev ölümüne çarpışıyordu. Biri muhakkak ölecekti. Yanan tanklar alev alev her yeri aydınlattığı için gece yoktu. Topçuların bitmeyen yağmurunun tozu ve tüten yanık araçların dumanı gökyüzünü kapladığı için gündüz de yoktu. Sanki cehennem yeryüzüne inmiş gibiydi. Zaten benim savaşım da bu ovada bitti. Bir gün içinde bulunduğumuz araç isabet aldı. Subaylar, askerler hepimiz kan revan içinde kaldık. Benim ayaklarım parçalandı. Bizi önce bir sahra hastanesine götürdüler. Ama saatlerce kimse yüzümüze bile bakmadı. Çünkü her yer yaralı doluydu. Sonra ilk müdahalenin ardından beni Harkov’a askeri hastaneye naklettiler. Orada Olga adında kadın bir doktor sayesinde hayatta kaldım. Beni defalarca ameliyat etti. Üstüne bir de tifo olmuştum o yaralı halimle. Adeta kendi çocuğu gibi herkesten ayrı bir ihtimamla baktı bana. Sanırım yaşımın küçüklüğüne acımış olmalı. Tifoyu atlatınca beni taburcu ettiler ama ayaklarım artık sakattı bu nedenle askerliğe elverişli olmadığıma karar verip beni terhis ettiler. Bir yakının var mı dediler. Onlara Abhazya, Oçamçira’da bir ailem olduğunu ama hayatta olup olmadıklarını bilmediğimi söyledim. Gerçekten de onlara ulaştılar. Eğitimli bir kadın olan teyzem gelip beni aldı. Zira tek başıma yürüyemiyordum. Önce Krasnodar’a, oradan Soçi’ye nihayetinde de Abhazya Oçamçira’ya vardık. Anneme kavuştum. Altı yıldır benden tek bir haber bile alamamıştı.
-Sonra neler yaşadınız?
-Bir süre yattım. Topallayarak da olsa biraz yürümeye başlayınca iş aramaya başladım. Savaşmama ve madalya almış olmama rağmen hiçbir yerde bana iş vermediler. Kimse sakıncalı bir “troçkiste” iş vermek istemiyordu. Yani “troçkistliğim” yeniden hatırlanmıştı. Güç bela bir Kolhoz’da bir iş buldum ve orada hayatımı kazanmaya başladım.
-Savaşın bittiğini nerede, nasıl öğrendiniz ve neler hissettiniz?
-Kolhozda radyo yoktu. O nedenle müjdeli haberi okuldan dönen küçüklerden aldık. Savaş bitti! Hitler yenildi! diye çılgınlar gibi bağırıyorlardı. O an ne kadar sevindiğimi size anlatamam. Savaş öyle büyük bir felakettir ki yaşamayan anlayamaz. En korkunç kabustan bile kötüdür. O nedenle gerçek bir savaşı yaşamış olan birisi herhangi bir savaşın bittiğini duyunca bile tarifsiz bir sevinç duyar. Kendi yaşadıklarını başkaları yaşamayacak diye mutlu olur. Ben de işte öyle tarifsiz bir sevinç duydum savaşın bittiğini duyunca. Bu nedenle onca arkadaşımı kaybettiğimi bana her sene yeniden hatırlatmasına rağmen 9 Mayıs benim için en mutlu gündür. Çünkü o gün bu dünyanın bugüne kadar gördüğü en korkunç savaş sona erdi. O gün bugün yeri gedikçe Büyük Anayurt Savaşı (İkinci Dünya Savaşı ç.n.) bile bittiyse her savaş bir gün bitecektir derim hep.
-Georgi İvanoviç size biraz özel bir soru sormak isterim. Akla hayale gelmeyecek şeyler yaşamışsınız hem de çocuk yaşınızda. Bütün bunları düşündüğünüzde Sovyetler için ne düşünüyorsunuz. Bir de anladığım kadar bu “troçkistlik” suçlaması sizin peşinizi hiç bırakmamış. Acaba Troçki’nin kitaplarını okudunuz mu, görüşlerini bilir misiniz?
-Önce şu troçkistlik işinden başlayayım. Ben küçükken köy ilkokullarına 9 yaşında başlanırdı. Yani köyden alınıp o binaya tıkıldığımda daha iki senedir okuldaydım. Altı yıl sonra döndüm ve yaşamak için hep çalıştım. Yani pek okur yazar bir insan değilim. Beni hayat eğitti, terbiye etti. Kısacası hep troçkist damgası ile yaşadım ama Troçki’nin hiçbir kitabını okumadım. Küçük yaşta yaşadıklarım ve Sovyetler hakkında hissettiklerime gelince, evet bu başımdan geçenler hiç şüphesiz trajikti. Ama kendi trajedimden yola çıkarak tüm bir Sovyetleri kötülemeyi gene de adil bulmam. Bence Sovyetler her şeye karşın iyiydi. Sıradan insan yarın ne olacağım diye düşünmezdi, gelecek kaygısı taşımazdı. Sonra ülkede kanun vardı, nizam vardı. Yani ben geçmişi hatırladığımda sadece kötü günleri hatırlamıyorum. Çok güzel günler de yaşadık. -Teşekkürler Georgi İvanoviç. Hem bu güzel söyleşi hem de kendi bedeninizi siper edip tüm dünyayı Hitler faşizminden kurtaran milyonlarca isimsiz kahramandan biri olduğunuz için.
(*) Söyleşi ile ilgili yardımlarından ötürü İnver Alshunda'ya teşekkürü bir borç biliriz.
(www.altinpost.org)
* Resim : Georgi İvanoviç 9 Mayıs 2014 günü Zafer Bayramı'nda minik bir kız tarafından kutlanırken.
Sayı : 2014 06
Yayınlanma Tarihi: 2014-06-10 00:00:00