Ne Yapmalı? (2)

0
479

Çerkes sorunu sadece bir “devlet ya da ulus oluşturma” sorunu değildir

Parçası olduğumuz bir soruna doğru çözümler önerebilmek için aynı zamanda dışından bir perspektifle soruna bakmak gerekir. Sorunu daha iyi anlayıp çözümleyebilmek, yanlış stratejiler oluşturmamak için sorunu bir bütün olarak görmek şarttır. Parçaya bakarken bütünü göz ardı etmek ya da tersi çok yanlış sonuçlara ulaştırır bizi.

Çerkes sorunu sadece bir “devlet ya da ulus oluşturma”² sorunu değildir. Devlet ya da ulus sorunu siyasi bir projedir. Bir siyasi projenin gerçekleşmesi için de onun üzerinde hayat bulacağı bir alanın bulunması gerekir. Bizim özelimizde ise bu alan Çerkeslerin sürgün edilmeden önce üzerinde yaşadıkları coğrafyadır. Ancak bu topraklarda bugün başka halklar yaşamaktadır. Dolaysıyla Çerkes sorunu, hiçbir ciddi önermeyi dışlamayan, ama çözümü belirsiz bir zamana öteleyen, nesnel temellerden yoksun bu kabil hayali önermelere indirgenemeyecek kadar ciddi ve ivedi bir sorundur. Oysa, her şeyi düz bir mantıkla, sadece devlet sorunu olarak gördüğünüz zaman ileride devleti ya da ulusu oluşturacak bir halk da kalmayacaktır. Çünkü milli kimlikler değişkendir, aynı şekilde kalamaz. Bir etnik kimliğin, bir etnisitenin ayakta kalabilmesi için önce etnisiteyi oluşturan değerlerin çözülmeden ayakta kalması gerekir. Bir etnik kimliği diğer kimliklerden ayıran üç temel öğe: soy, dil ve kültürdür³. Çerkeslerde bu üç öğenin de hızla bir çözülme süreci içerisinde olduğu düşünülürse ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Çerkes toplumu sürgünle büyük bir kültürel kırılma, kültürel kopuş yaşamıştır. Bence bu kültürel kırılma sürgünün en kalıcı ve acı sonucudur. Normal gelişen kültürel değişimlerle ani travmalarla oluşan değişimler ister istemez çok farklıdır.

Çerkes toplumu hem sürüldüğü yerde hem de kendi anavatanında, kendisinden çok daha farklı bir kültürle karşılaşarak adeta bir kültürel çöküş yaşamıştır. İşin acıklı yanı, Çerkeslerin hem gittikleri hem kaldıkları topraklar bir süre sonra büyük altüst oluşlar yaşadığından Çerkesler ikinci bir travmayla daha karşılaşmışlardır. Özellikle bu travmanın anavatan için daha köklü olduğunu düşünüyorum. Çünkü orada çarlık rejiminin bir iç savaş sonucu yıkılmasıyla yerine gelen sosyalist sistem her yönüyle eskisinden tam bir kopuştur. Bu kopuş, üretim ilişkisi bağlamında olduğu kadar kültürel olarak da öyledir. Yeni gelen, kendisini, eskiye dair ne varsa yıkmakla mükellef gördüğü için ilk saldırdığı şeylerden biri de eski kültürel yapı olmuştur. O, yeni oluşan üretim biçimine uygun bir kültür oluşturmak iddiasındadır. Bunu gerçekleştirip gerçekleştirememesi ayrı bir tartışma konusudur, ama en azından var olanı yıktığı kesindir. Her kültürel yapı bir yaşam biçimi içinde şekillenir. Bunu da belirleyen üretimin biçimidir. Sovyetler Birliği’nde kendi kültürünü oluşturacak bir işçi sınıfının olmaması sistemi baştan ölü doğurmuştur. Vekaleten yapılan devrim vekaleten yıkılmıştır. Ama sonuçta kültürel ve moral değerleri açısından oldukça sorunlu bir toplum ortada bırakarak çekilmiştir. Bu sorunlu yapı Çerkes sorununun çözümünde de önemli bir handikaptır.

Bir soruna bakışımız aslında biraz da yaşama bakışımızla ilgilidir. Sorunlara olabilirlik, gerçekleştirilebilirlik bakımından değil de özlemlerimiz ve isteklerimiz doğrultusundan bakıp öyle çözümler üretmek, kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Eğer soruna sadece etnik kimlik açısından bakıp da, kültürel öğeleri bir kenara koyarsak, kısa sürede çözümsüzlüğe saplanırız. Kültür buzdolabında saklanıp koruncak bir değer değildir. Onun değişkenliği yaşam içerisinde her günkendini yeniden üreterek olur. Bu ise diasporada kolay başarılamaz. Anavatanda yaşayanlarla, küçük,zayıf da olsa oradaki devlet imkanlarıyla olur. Eğer bir etnik kimlik süreç içerisinde bir diğer etnikkimlikle iç içe geçerse milli kimliğin yeniden tanımlanması kaçınılmazdır.Bunun için kimliğimizi değişen zamanın ruhuna uygun olarak yeniden tanımlayıp daha geniş bir halkayla yola devam etmek gerekir.

 

Diaspora ve Anavatan birlikte ele alınmalı

Etnik kimlik ya da etnisite ancak “öteki “ ile vardır. Çerkeslerin sosyal ilişkiler bağlamında öteki ile ilk tanışmaları sürgünden hemen sonra Osmanlı topraklarında olmuştur. Sürüldükleri yeni topraklarda birçok sorunla baş etmeye ve ayakta kalmaya çalışan Çerkes halkı, bir yandan yabancısı oldukları bu topluma uyum sağlamaya çalışırken, bir yandan da kendilerini iyice zayıf ve çaresiz hissettiklerinde etnik kimliklerine sığınarak dayanışma içerisine girmişlerdir. İnsanların “öteki”ni en bariz hissettikleri yerler büyük kentlerdir. Çerkeslerin yerleştikleri metropol kentler kısa süre sonra ilk örgütlenmeleri ve dayanışma biçimlerini de beraberinde getirmiş, ancak yaşadıkları coğrafyanın içine düştüğü kaos ve altüst oluşlar nedeniyle Çerkes halkı kendisini yeni bir sıcak savaşın içinde bulunca bu derneklerin ömrü kısa sürmüştür. İşgal sırasında direnişin temel direklerinden birisini oluşturan Çerkes halkına savaşın sonunda kurulan yeni rejimde birçok etnisite gibi sadece hayal kırıklığı düşmüştür. Daha sonra uluslaşma süreçlerinde işleyen zoraki asimilasyon ve onu takip eden diğer asimilasyon biçimleri büyük kentlerdeki Çerkes nüfusunu önemli ölçüde eritmiş, bu süreçte sadece kırsal kesimde kapalı toplum yapısı sürdüren Çerkes toplulukları ayakta kalmıştır.

Çerkeslerin “öteki” ile ikinci büyük randevuları, Türkiye’deki yapısal değişim nedeniyle kırsaldaki ekonomik yapının çözülmesiyle kırsaldan kente yaşanan göçlerle olmuştur. Eğitim ya da iş nedeniyle kente gelen Çerkes gençleri, kendileri gibi olanlarla dayanışabilmek için o yıllarda kurulan derneklerin kapılarını çalmışlar, zamanla yeni gelenlerin de itici gücüyle kısa sürede büyük metropollerin birçoğunda yeni dernekler açılmıştır. Bu dernekler değişe tokuşa, evrile çevrile hareketi bugünlere taşımıştır. O derneklerin birinci kuşak kurucularının önemli bir kısmı hala bugün hayatta ve aktif mücadelenin içerisindedir.

Bugün birçok etnik sorun gibi Çerkes sorunu da daha çok görünür ve tartışılır hale gelmiştir. Kuşkusuz bunun en başat nedeni dünyadaki küreselleşme ve hızlı değişim olgusudur. Küreselleşen dünya ekonomisi bir bütün olarak ulus devletleri ve ulusal pazarları sorgulamaya ve onların güçlerini zayıflatmaya başlayınca oluşan merkez-kaç olgusuyla etnik kimlikler ve proto-uluslar yeniden gündeme taşınmıştır. Ancak değişen koşullar Çerkes sorununu nicelik ve nitelik olarak da değiştirmiştir. “Değişmeyen tek şeyin ancak değişimin kendisi olduğu” ve değişimin kısa aralıklarla gözlenebildiği küresel dünyada, Çerkes sorununun yeni parametrelerinin de sabit ve uzun süreli olamayacağını düşünüyorum. Bu nedenle değişen dünyayı iyi izlemek ve ona göre esnek politikalar belirlemek gerekir. Ancak yeni dönem bize en azından sorunun bir bütün olduğunu, diaspora ve anavatanın birlikte ele alınması gerektiğini açıkça göstermiştir. Dolayısıyla değişen değişkenler arasında sorunun bir bütün olduğunu gösteren değişken en azından kısa sürede değişmeyecektir diyebiliriz.

 

Diaspora

Çerkes sorunundan söz ederken bu aşamada diasporaların oluşma biçimlerine ve Çerkes diasporasının çok bilinen bazı diasporalardan temel farklılıklarına bakmamız gerektiğini düşünüyorum.

Toplum bilimciler, insanların vatanlarını terk edip gittikleri yerlerde topluluklar oluşturduğu her durumda bir diasporadan söz edebileceği konusunda hem fikirdirler. Bilindiği gibi bir zamanlar, Yahudi olanların, Yahudi olmayanların arasında yayılmasını belirtmek anlamında kullanılan bu terim, daha sonra anavatanları dışında yaşayan tüm halklar için genel bir ifade biçimini almıştır. Tacirlerin, işçilerin, maceracıların, ekip biçecek toprak arayan köylülerin gönüllü dolaşımıyla oluşan diasporalar olduğu gibi; Yahudiler, Ermeniler gibi ülkelerinden zorla sürülen halkların oluşturduğu diasporalar da vardır. Çerkesdiasporası oluşum yönüyle ikinci tür diasporadandır. Yine de bu iki halkın diasporasıyla çok farklıdır. Ancak her iki diasporadan hatta tüm diasporalardan çıkarılacak dersler vardır. Öncelikle Yahudi diasporasına bakacak olursak: Bilindiği gibi Yahudi diasporası dünyanın en eski diasporasıdır. Şimdiki (eski adı Kenan) Filistin civarında Kudüs başkent olmak üzere bir krallık kuran Yahudi halkı, MÖ. 743-581 yılları arasında anayurtlarını işgal eden işgalciler tarafından tam altı kez sürgün edildi. Ancak hepsinde de kabilelerin büyük çoğunluğu yurtlarına geri dönmesini bildi. Daha sonraları Helenler ve ardından Romalılar tarafından da birçok kereler tehcir edilen Yahudiler, Romalılar döneminde imparatorluğun topraklarına yayılarak ilk Yahudi diasporasını oluşturdular. Sonraları da yaşadıkları topraklarda dönem dönem tehcire uğramalarına karşın binlerce yıldır etnik kimliklerini korumasını bildiler. Bu durumun bence birkaç temel nedeni vardır. Bunlar arasında ilk anda:

1- Ana soy takip eden Yahudi kimliğinin sadece doğuştan kazanılan bir kimlik olup başka herhangi bir yolla edinilememesi;

2- Yahudi dininin sadece Yahudi milletine gönderilmiş olduğuna inanılan kavme özel bir din olması ve “Rab”larıyla aralarındaki özel bir ahdi içermesi;

3- Yahudi inanışına göre Kenan topraklarının (Filistin) onlara tanrıları (Rab) tarafından “vaat edilmiş topraklar” olması; gibi nedenler sayılabilir. Kuşkusuz bu saptamalar çoğaltılabilir. Ancak Yahudi halkında özellikle dini kimlikle etnik kimliğin iç içe geçmesinin diğer hiçbir halkta görülmeyen güçlü bir kimlik bağlacı oluşturduğunu düşünüyorum. Yahudiler hem her an yeniden sürülme korkusuyla hem de zaten toprakları olmadığı için yerleştikleri yerlerde toprağa bağlı olarak yaşamadılar. Sürüldüklerinde birikimlerini yanlarında taşıyabilmek için ticaretle uğraştılar, hekimlik, mühendislik gibi her yerde geçer akçe olan ve toplumda itibar sağlayan meslekler edindiler. Fizik, kimya, matematik, felsefe, sosyoloji gibi pozitif ve toplumsal bilimlerle uğraştılar. İnsanlığın gelişimine katkı sağlayan önemli buluşlara, icatlara imza attılar.

Bu nedenlerle Yahudi diasporası yaşadığı her yerde diğer halklardan farklı olarak hem sermaye hem de bilgi birikimi bakımından her türlü değişime hazırdı. Bütün bu alt yapıya karşın Yahudi diasporasının vatan olarak Filistin’e yerleşmeleri yine de kolay olmadı. Yahudi halkının “vaat edilen topraklar” a yerleşmesi, ancak II. Dünya Savaşı sırasında Alman faşistlerinin, bu halk üzerine uyguladığı korkunç soykırımın dünya halkları üzerinde oluşturduğu vicdani etki ve yüz milyarlarca dolarlık Yahudi sermayesinin Filistin’e akıtılmasıyla mümkün olabildi. (Devam edecek)

(1)Steve Feton-Etnisite, Irkçılık, Sınıf ve Kültür.

 

Sayı : 2014 06