“Ego sorununu akıl ve idealler çözecek” (1. Bölüm)

0
580

“75 yaşıma girdim, hiç umutsuz değilim, her sabah yeni bir dünyaya uyanıyorum”

-Kitaplarınız ve yazılarınız nedeniyle yaşam öykünüzü bilenler vardır. Özelikle anlatmak istediğiniz kesitlerden başlayalım mı?
-Doğum tarihim tartışmalı, 1937 ile 40 arası. İşime gelen 1940 tabi ki. Nüfus cüzdanımda 1946 yazıyor. Geç kayıt söz konusu. Bizim köy iki bin metre yüksekte, Tavşandağı. Kim doğa, kim öle? O tarihlerde doğduğu gün yazdırılan ya da bir yere not düşülen yoktu. Türkiye’deki Çerkes nüfusunun bilinmeyişi gibi doğum tarihimiz de net değil.
Bir Besleney köyü olan Tavşandağı’nda doğdum. Amasya, Merzifon’a bağlı. O bölgedeki beş köy Besleney köyü idi. Etrafımızda başka köy yoktu. Kuzeyinde Vezirköprü’nün köyleri vardı. Türkçe bilmeyen, etrafını ve dünyayı tanımayan, kendi dünyasının dışını bilmeyen koşullarda, tamamen bir Çerkes gibi büyüdük. Şimdiki olimpiyat oyunlarını yaşadık orada. Düğünlerde post kapma yarışı, at yarışı, güreş, atıcılık gibi oyunlar yapılır, beş köy kendi içinde yarışırdı. Post kapma (фэ зэхьэ) bana altın postu hatırlatır. Kementle at yakalamayı ve terbiye etmeyi bilirdik. O tarihlerde ne Amerikan kovboy filmlerini izledik ne de dünyanın başka bir köşesinden örnek gördük. Çok zaman sonra filmlerde kovboyları izlediğimizde şaşırmıştık. Golf diye oynanan oyunun benzerini oynardık, adı гумб idi. Bir topuzla oynardık. Top ise sığır cinsi büyükbaş hayvanların tüylerinin su ile top şekline getirilmesi ile yapılırdı.
Adıgeceyi köyde doğduğum için öğrendim. Sonraları epeyce ilerlettim anadilimi. Şimdi dil bilmeyen çocuklara kızmıyorum. Kendi iki çocuğum tam olarak bilmiyor, bu durumda başkalarına kızma hakkım yok.
İlkokula yılında köyden taşındığımız Merzifon’da başladım. Sakal traşı oluyordum. Diploma töreni dışında bana önlük giydirmediler. Türkçe bilmediğimiz için kız kardeşimle en arkaya oturttular, ders anlatılırken sınıftaki herkes dönüp bize bakardı, ne yapıyoruz diye. Üç dönemdi okul, Türkçeyi ikinci dönem öğrendim. İkinci sınıftan itibaren sınıf birincisi oldum hep. 1957-58 yılında mezun oldum. Aynı yıl Merzifon Astsubay Hazırlama Ortaokulu’na iyi bir dereceyle girdim.
Merzifon hareketli bir kentti. Askeri okul, daha önce Amerikan Kız Koleji idi. O okulu ve oradan mezun olan kızları görmenizi isterdim. O yıllarda mini etekli, makyajlı, İngilizceyi çok iyi konuşan… Çarşaflı kadınlar göremezdiniz.
1961-62 yıllarında bu okulu pekiyi dereceyle bitiren ilk 10 kişiyi askeri liselere kabul ettiler. Beş kişi Kuleli, benim de içinde olduğum diğer beş kişi Erzincan Askeri Lisesi’ne kura çektik. Bu okulu da bitirdikten sonra Ankara’da Kara Harp Okulu’na başladım. 30 Ağustos 1967’de 27 Çerkes subayı buradan mezun olduk.

-Askeri okulda iken Çerkeslik meselesi ile ilgili neler yaptınız?
-Erzincan’da Devlet Demir Yollarında memur olan Mümtaz Büyüközden’den, Kube (къубэ) Şaban’ın hazırladığı Latin alfabesi ile Adıgece okuma-yazmayı öğrendim. Her cumartesi onun evine giderdik, Yüksel Şahin, Aytaç Özaydemir ve ben. Çok emeği var, rahmetle anıyorum.
Ankara’da Çerkes Derneği çok hareketliydi. 1962 Anayasası’nın getirdiği özgürlük vardı. Öğrenci olarak giderdik derneğe. Bir düğünde rahmetli sayın İzzet Aydemir ile tanıştık, onun ekolüne girdik. Dernek o zaman ikiye bölünmüştü. Bir kesim vardı ki İzzet abiye komünist gözüyle bakar, bizi de ikaz ederlerdi. İzzet abi İl ler Bankası’nda memurdu. Emek mahallesindeki evine giderdik ve orada genellikle dönüşle ve Sovyetler Birliği üzerine öğreti çalışmaları yapardık.

-İki taraf arasında görüş ayrılığı mı vardı?
-Dernekte iki görüş hakimdi. Kafkasya’dan söz edenler ve buna karşı olanlar. O tarihlerde kırmızı elbiseli görseler komünist sanıyorlardı. İzzet abinin sosyalistliğini bilemem ama en azından Kafkasya’daki sistemden ürkmezdi, o da bize yetiyordu.
Teğmen rütbesi ile mezun olduk. Atış okulundan sonra kura çekip Kartal Maltepe’ye tayin oldum. Yıl 1968. Burada başı Ömer Laçiner’in çektiği subaylardan oluşan sol bir grupla tanıştım. Onlar sıcak mücadeleye açıktı. Bunu kaldıramazdım, çünkü o tarihte anne ve babama ben bakıyorum. Bir tarafta solun sıcak ateşi, bir tarafta Bağlarbaşı’ndaki Çerkeslik, bir tarafta yoksulluk. Şeytan üçgeninde dans etmek zorunda kalıyorsunuz. Ne tam sol, ne tam sağ, ne de tam Kafkas. Bir dönem böyle devam etti.
Aynı yıllarda Bağlarbaşı’ndaki derneğe kesintisiz devam ettim. 1970 yılında Rauf Borey geldi, coğrafya doçenti, Karaçay-Çerkesli ama Nalçik Üniversitesi’nde görevli. Sovyetler Birliği’nden geldiği için komünist olarak görülüyordu. Herkeste bir ürkeklik var. Bize Kafkasya’yı anlatıyordu. Doğrusu çekinerek gittik söyleşiye.
1971 yılında Hafitze Muhammed, Къуа1уфэ Хьэуим ve Шомахуэ Султан geldiler. Onlar daha bir hareket getirdi derneğe, köprü oldular ve Kafkasya ile sıcak ilişkiler artmaya başladı. O dönem tek oda vardı dernekte, söyleşilerde kalabalık olunca yaşlılar oturur, gençler arkalarında ayakta dururdu.
Adıgece okuma-yazmayı 1964’te öğrenmiştim. Bağlarbaşı’nda ders vermem için bir tek rahmetli Sait abi (Şurdum) müsaade etmişti. “Komünistler basacak, Rus harfleriyle ders mi verilir?” diyenler oldu.

-Bu anti-komünist olmakla ilgili bir durum sanırım.
-O yıllarda komünistlere görüldüğü yerde ezilmesi gereken yılan gibi bakılıyordu. Öyle şeyler anlatılıyordu ki, insanlar etki altında kalıyordu. Türkiye İslam coğrafyasının içindeydi, namus denilince anlaşılan şeyin tersine propagandalar vardı; aşağılık, bilimle alakasız, etik olmayan sözler vaaz edildi.

-Kafkasya’dan gelenler neler anlattılar, özellikle Çerkes kimliğine dair.
-Kendi yaşantılarını, aç ya da yoksul olmadıklarını anlattılar. “İşimiz, okulumuz var, dilimizi konuşuyoruz, gazetemiz çıkıyor, kitaplarımız Adıgece” dediler. Söyledikleri şeyler bize adeta doping oldu. Sürekli kitap istedik, gelenler deve yüküyle kitap getirdi. Kütüphanesinde hala bu kitapları saklayan aileler vardır.

-Vasfi Güsar’ı her daim saygıyla anarsınız.
-Vasfi Güsar İstanbul’daydı. Bazı mücadelelerin gerçek ödülü ömürlerinin ötesindedir. O tam anlaşılamadı. Onun ödülünü biz aldık, alıyoruz. Çok şey öğretti bizlere. “Bir gün gelecek, Türkiye’de Adıgece bilen kalmayacak, birbirimizi tanımayacağız, şüphe edeceğiz. Onun için Çerkes isimleri koyun, sülale isimlerinizi kullanın. İş arayan, bir sıkıntısı olan Çerkesi, karşısındaki Çerkes bir memur adından tanıyabilir. Biz bunu yaşadık Kurtuluş Savaşı döneminde” derdi. Bana “Sen niye asker oldun” diye sormuştu. “Elbisesi, yemeği ücretsiz diye verdiler beni askere” demiştim. “Yani bilinçli girmedin, muhtaçsın. Komutanların olumlu ya da olumsuz bir emir verdiklerinde hemen karşı fikir beyan etme, elastik ol” diye tembihlemişti. Çerkes meselesinde Türkiye ve Sovyetler’e dair şunu söylerdi: “Kavak ağacı gibi olun, rüzgarla yatın, diklenmeyin. Fille kavga edilmez. Coğrafi olarak tarih böyle nikahladı bizi. Zamana, şartlara, duruma göre hareket etmeyi öğrenin.” Bu oportünistçe bir öneri veya telkin değildi.

-Vasfi Güsar Çerkes meselesinde ne düşünüyordu?
-Kamçı gazetesinde, rahmetli Kemal Cankat, İzzet Aydemir ve Vasfi Güsar’la söyleşiler yapıldı. 1969-70 yıllarında. Herkes söyledi ama onlar bunun altına imza attılar; “Tek kurtuluş yolumuz dönüş” dediler. Dönüşü de şöyle tarif ettiler: “Dönüş yarın atımıza eyer vurup dönelim demek değil. Dönüş Kafkasya’yı unutturmamanın, diasporada birliği sağlamanın sloganı olacak. Dünyada hiçbir sistem ebedi değildir. Bir gün Sovyetler Birliği yıkılacak ve bu yol açılacak.”

-Beklentileri komünizmin bitmesi mi, kapıların açılması mı?
-Kapının açılmasını istiyorlardı.
Vasfi Güsar’ın müthiş bir bilgi birikimi vardı. Tıp doktoruydu. Tarihi çok iyi okuyan ve geleceğe dair tahminleri belli oranda isabetli olan biriydi.
Ömer Beygua ise şöyle derdi; “Eşref saatine hazır olmak.” Kamçı ise; “Kendi topraklarında kendi kaderini kendisi belirleyen bir halk oluncaya kadar mücadeleye devam” diyordu. Topraklar Tanrı tarafından paylaştırılmadı, güçler dengesine göre paylaşıldı, tıpkı Anadolu’nun, Kafkasya’nın alınışı gibi. Bir avuç buğday gibi dağılmış Çerkesleri, dernekler vasıtası ile örgütleyecek, bu yolla zamanla yarışacağız, kültürel varlığımızı koruyacağız.
‘Kendi kaderimizi belirleyeceğimiz topraklar Kafkasya’nın dışında da olabilir’ diye konuşulurdu. O zamanlar örneğin Kanada’ya göç meselesi de gündemdeydi.

-Ali Çurey ne düşünüyor?
-Yamçı dergisinde ‘Stalin halklar için şunu söylüyor, şöyle söylüyor’ diye yazılıyordu. Sormuştum; “Arkadaşlar Stalin’e de, Lenin’e de, Marx’a da inanıyorum, çok güzel söylemişler de siz ne söylüyorsunuz, onların söylediklerini tekrar etmenin dışında?”
Dünyanın en gerçekçi insanı değilim, hayal de kuruyorum. Öklid der ki; “Bir noktadan sonsuz doğru geçer.” Herkesin kafasında doğrular var ama hepimizin ortak doğrusu ne? Her bireyin doğrusu kendi doğrusudur ve doğrudur. Ancak yine Öklid der ki; “İki noktadan sadece bir doğru geçer.” Doğum öncesi ve ölüm sonrası metafiziğin konusudur, benim işim değil. Ama doğum ile ölüm arasındaki yolculukta trafik kuralları vardır. Bu kurallar hepimizin ortak doğrusudur. Bunlar ‘hayalci mi olalım, gerçekçi mi’ sorusunun da cevabıdır. Doğa kuralları değişiyor, gerçekler de değişir. Bir İngiliz, bir Arap, bir Türk ne kadar övünüyorsa ben de o kadar övünüyorum. Benimki neden ütopya, neden bölücü ya da diğerini neden aşağılayıcı oluyor? Aklımızı kullanmamız lazım. Beşeri ilişkilerde üç okul var; aile, okul ve toplum. Bizi eğitecek olan önce ailedir, buradan mezun olmadan okula başlamak eksik başlamak demektir. Konferans, panel, bunlarla olmuyor. Daha kısa ifade etmek gerekirse, pratik doğruyu belirler.
1991’de kızımı oraya gönderdim. Murat Çurey, eşi ve iki çocuğunu oraya gönderdik. Köprü oldular, şimdilerde onlar anavatana gidiş nedenimiz oldular. Oraya yerleşenler köprübaşlarını tutmamızı sağlıyor.
Kafkasya’dakileri eleştirmek için oraya gidip yaşamak gerekir. 150 yıldır orada kalmayı bir şekilde başarmışlar. Biz burada bir araya gelip kendi dilimizde alfabe ve kitap yazamadık, Türkçe aynı şeyleri tekrarlayıp duruyoruz. Sırtına bir çanta atıp oraya gidip-dönüp eleştirmekle olmaz. Köylerine git, onlarla birlikte yaşamaya çalış. Eleştirmeye karşı değilim ama oradaki pratiği görerek yapmalı. Burada kültürel anlamda onlardan daha farklı birşeyler yapmalıyız ki onlara ‘siz de böyle yapın’ diyebilelim. Onlarda yüksek tahsilli olmayan insan yok ve eksiklerini biliyorlar.

-“Anavatanda köprübaşı tutmak”, bunu açar mısınız?
-Askerlikte “durum muhakemesi” diye bir kavram vardır. Savaşa girmeden önce iki tarafın gücü tahlil edilir. Havada, karada ve denizde. Bu konuyla ilgili seminerlerde senaryolar çok tartışılır. Herkes düşüncesini özgürce ifade eder. Bu tartışmaların sonunda bir karar maddesi vardır. Herkes kararını yazar. Bu kararlar da tartışılır ve nihai karar ortaya çıkar. Kararın uygulanıp uygulanamayacağını ise günün koşuları ve coğrafi şartlar belirler.
Kafkasya meselesinde buna benzer bir durum muhakemesi yaptım ve kimliğimi sorguladım. Çerkesim diyorum, bununla gurur duyuyorum ve kimliğimi seviyorum. Dost olmayanın durumu ile kendi durumumu kıyasladım. Bu mücadelede var olabilmenin ve kazanmanın yolunu anavatana dönüş pratiğinde gördüm. Dost olmayan kim? Dost olmayan; bizi tanımayan ve yok etmek isteyen herkestir. En önemlisi ve öncelikli olan köprübaşını tutmaktır. Sürgünde çektiğimiz kadar sıkıntı çekmeyiz dönerken. Her aile birilerini göndermeli ya da gidenlere yardım etmeli. Akıl budur; bağırmamalı Ankara’ya da Moskova’ya da. Zira dostunu düşman edinirsen düşmanınla dost olur. (Уи благъэр бий пш1ымэ уи бийм благъэ хуэхъунщ) Bu bir Adıge atasözüdür.
Ve dünya sahnesine nasıl çıkacağız? Bize sormazlar mı; “Bir; yazınız var mı? İki; devletleştiniz mi? Üç; bugün tüm insanlığın örnek alabileceği veya yararlanabileceği bir uygarlık yarattınız mı? Dört; gerçekten anavatanınız Kafkasya mı?” diye.
Abhazya ayakta kalmalı, bunun bilincine herkes varmalı. Onlar şanslıydılar, Moskova’nın çıkarları ile çatışmayan siyasi bir yol izlediler. İkincisi ise Abhazya’nın çoğunluğu Hıristiyan. Bu anlamda hem toprakları hem de kendileri değer arz ediyor, düşünsel ve ekonomik olarak. Güney Osetya da böyle.

-1960-70’li yıllar, anavatandan ziyarete gelenler var, dönüş konuşuluyor, oradan gelenler bu fikre nasıl bakıyordu?
-Çok sıcak bakıyorlardı. ‘Gelebilen gelsin’ denilince Kamçı grubu olarak 1990 öncesi 3 kişi gönderildi. Ürdünlü Semih, Ünal Nartok ve Fehmi Polat. Arkasından da Nihat Bidanuk. Bu dönüşe ‘devrim’, onlara da ‘devrim öncüleri’ denildi. Düğünle karşıladılar, bağırlarına bastılar. Birine üniversitede, ‘elektrikten anlıyorum’ diyene elektrik idaresinde iş verdiler, diğeri ‘Karaçay-Çerkes’e gitmek istiyorum’ dedi, oraya gönderdiler. Ev verdiler. Sovyetler Birliği henüz yıkılmamıştı, imkanları dardı ama destek verdiler. 1990’dan sonra da gidenler oldu. 2000 yılına kadar gidenlere ev gösterildi, iş verildi. Giden herkese yardım edildi.
Bugün 2000 öncesi kadar canlılık yok. Kontrol altında tutmak, seçmek istiyorlar. Moskova’yı ürküten kırılma hadisesi, 1994 Çeçen savaşı oldu. Çeçenler ‘Allahu ekber’ yerine ‘bağımsızlık savaşı’ diye çıksalardı keşke. ‘Adam kesen’ gibi bir imaj oluştu. Üstelik bir de iyilik ettik oraya, Çeçenler bu savaşla hırsız takımının silah ticaretini aklattılar. Rusya Yeltsin döneminde, “Çerkesler bizim doğal yurttaşımız, biz haksızlık ettik, telafi etmeliyiz” demişti. Ne oldu? Çeçen liderlerin savaşa girmeden önce kardeş Kafkas halkları ile istişare yapmaları gerekirdi. Kafkas geleneklerinde bu vardı, yapılmadı.

-“Dönüş” diyenler, “Kendi topraklarında kendi kaderini kendisi belirlemek”; dönüş fikrine sıcak bakmayanlar da “Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı” diyordu. Bir ortak nokta bulunamadı mı o zaman?
-Biraz geriye gidelim, Çerkes Ethem ve Anzavur. Biraz daha geriye gidersek, Kafkasya’da iken boylar arası ilişkiler.
Konuyu daha iyi anlatabilmek için söylüyorum; biz 5 kardeştik, üçünü yitirdik. Farklıyız, anlaşamıyoruz, düşünce farklılığımız var. Kardeşime üç çocuğundan birini Kafkasya’ya gönder dedim, oğlunu Amerika’ya gönderdi. Böyle çok örnek var. Yanaşmıyorlar, gidenler yeter diyorlar. Dönüşü savunuyor ama taşın altına elini koymuyorlar.
1970’lerde Kamçı grubu kurulduğunda bu bir kadro hareketi idi. ‘Biz neden buna katılmadık’ diye küsenler oldu. Halbuki önemli olan ürettiğinizdir. Bizim, Çerkeslerin sorunu ego, egolar ön planda. Bunu akıl ve idealler yenecek. Aklın rehberliğinde bizim çözemeyeceğimiz, anlaşamayacağımız birşey yok.
Anadolu’da bir laf vardır, ‘yılanla dalaşmaktan iyidir çalıyı dolaşmak’ derler. Kimseyle dalaşmayacağız, pratiğimizi devam ettireceğiz. Biz de kimseyle dalaşmadık, yazdıklarımızı okuyup eleştirme hakkı tabi ki var. Dönüş mü daha sağlıklı, kalış mı, zaman bunu belirledi. ‘Moskova bizi istemiyor’ diyenler var. Birileri ‘Komünistlere gidilmez’ diyordu, şimdi ‘Ruslara gidilmez’ oldu. Her zaman bir gerekçe yaratabilirsiniz.
Toplumumu ve üretenleri ciddiye alıyorum. Bir yazı görünce hoşuma gitmese de okuyup ne demek istediğini anlamaya çalışıyorum.

-Jıneps’e yaklaşımınızı son cümle özetliyor; ‘yazılanların tümüne katılmıyorum ama okuyorum ve destek olmaya çalışıyorum’ diyorsunuz.
-Hayır, öyle demiyorum. Kartal-Maltepe’ye tayin oldum. Beşiktaş’ta oturuyordum. Züccaciyeci bir Musevi ile tanıştım. ‘Mösyö’ diye çağırırlardı, oğlunun adı Jojo idi. Mösyö, İbranice okuma-yazma bilmezdi. Ancak İbranice gazeteler alırdı. Kendisine sordum; “Mösyö, İbranice okuma-yazman yok ki neden bu gazeteleri alıyorsun?.” Yanıtı; “Onlara bir katkım olsun istiyorum” oldu. “Sen de Çerkessin, Çerkesçe gazete ve mecmua çıkıyorsa al” diye ekledi. Oysa ben kendi anadilimde okuma-yazma biliyordum.

-Kalış ve Dönüş, bu iki anlayış birbirinden bıçakla ayrılmış gibiydi. Aslında her iki düşünce birbirini tamamlıyordu, kutuplaşma gerekmiyordu. Bugün ise daha farklı düşünceler de var. Dernek ve federasyonların dışında siyaset üreten platformlar, oluşumlar var ve gençler siyasetle yakından ilgili.
-Ama hangi siyaset?
Zamanın merhameti de geri dönüşü de yoktur. Girdaplı su gibidir, sakınmazsan seni içine çeker götürür. Elbette 20 sene önce tartıştıklarımızı aynı boyutta tartışamayız. 20 sene birşeyler değiştirdi. Ne değişti ki biz tekrar anlaşamıyoruz? Kimliği korumak mı? Türkiye’de hangi kimlik? Çocuklarımız anadillerini bilmiyor, ‘babam Çerkesti’ diyor, köyler boşaldı. Türkçe konuşup Adıgece karar veremezsin. Gül dalında güzel, koparırsan solar. Kuzey kutbunda yaşayan bir hayvanı buraya getirirsen yaşar mı? Kimlik dediğiniz şeyin kendi doğal ortamını bulması gerekiyor. Onu besleyen değerler var, bu değerler Türkiye’de yok.
Türkiye pratik birşey yaşıyor, Kürt meselesi. Kürtler doğru yolda. Türkiye’de Çerkeslerin sosyal, ekonomik olarak bir değeri yok. Siyasetçi bizden oy beklemiyor, ekonomistin beklentisi yok. ‘Çerkesler iyi insandır’ diyorlar, o kadar.
Kartal’da, 21 Mayıs anmasında 5-6 bin kişi toplandı, gayet nezih bir biçimde herşey de konuşuldu. Ama basın çok ilgilenmedi. Neden?
Türkiye’de, Ürdün’de, Suriye’de Çerkes olarak kalabileceğimize inanmıyorum, bu bir. İki; Kafkasya’da da kalamayız, bir elmanın iki yarısı gibiyiz. Birlikte var olamayanlar birlikte yok olurlar. Biz ancak Kafkasya’da birlikte olabiliriz. Türkiye’de siyasi ve ekonomik olarak can çekişiyoruz, yok oluyoruz. Orası da yok olacak, bizim yüzümüzden. Oranın acil ihtiyacı nüfus ve iş. İş sahası yaratmak. Kim yapacak bunu? Biraz idealist olan Çerkes insanları.

-Soyadınız ‘Keskin’ idi, neden ‘Çurey’ olarak değiştirdiniz?
-1985 yılında ‘Çurey’ soyadını aldım. Çerkes olmanın üç işareti var; bir mensup olduğun boyu bileceksin, iki aile damganı, üç özgün soyadını bileceksin. Ben sülale adımı aldım soyadı olarak.

-Çureyler bugün nerede yaşıyor?
-Karaçay-Çerkes’te yaşıyorlar, Besleney köyünde. Sürgünde iki amca çocuğu, dört çocukları ile Türkiye’ye geliyor ve iki bölgeye yerleşiyor. Maraş ve Merzifon. Kafkasya’da ise tek bölge, Karaçay-Çerkes.

-Sülale adımızı bilmemiz neden önemli, asaleti belirtmek midir söz konusu olan?
-Sanayi devrimini yaşamamış, proletaryası oluşmamış bir toplumda sınıf olmaz.

-Feodal üretim ilişkilerinde sosyal tabakalar var ama.
-Bilim adamları bunu kategorize ettiler. Bugün Afrikalılar bizim çağdaşımız mı? Ama aynı zamanı paylaşıyoruz. Biz Avrupalı, Amerikalı değiliz. Bugün biz çağdaş toplumların kölesiyiz. Çerkeslerde sosyal tabakalaşmanın neden, ne zaman, nasıl başladığına dair bir doküman yok elimizde. Özgün soyadımı kim, nasıl verdi bilmiyorum. Dilimi korurken, kültürümü, kimliğimi koruduğumu zannediyorum. 1864’de Çerkesler Osmanlı topraklarına geldiler. Kendi yurdundan sürülen bir halk ezdiği insanlarıyla neden buraya geldi peki? ‘Ruslardan korktukları için geldiler’ diyorlar, ama öyle olmadı. Bazı kendini bilmezler bunları söyledi. Beraber geldiklerimizle –bunu asaletle ilgisiz söylüyorum- aynı evde büyüdük, onların sütüyle büyüdüm ben. Zaten nerede asalet iddiası var, o ya yalancıdır, ya hırsızdır.

-Çerkeslerde özgüveni yüksek bireylerin yetişmesi önemli. Toplumsal olaylarda toplumun önüne geçemeyen bir özgüven durumu bu. Birey, Xabze yasaları ile kendini sınırlamayı bilir. Hem özgüven yüksek olacak, hem de toplum içinde disiplin olacak. Yaptığı her olumsuz hareketten birey sadece kendisi değil ailesi de sorumlu. Adıge kabilelerin yaşadığı o geniş coğrafyada aile adını anmak bu anlamda önem taşıyor olmalı. Bir de aynı aileden, sülaleden yapılan evliliklerin yol açtığı sakat doğumları bu toplum keşfetmiş olabilir mi?
-Bugün demokrasi diyoruz ama demokrasinin nihai amacı nedir? Bence insanları bireysel özgürlük aşamasına getirmektir. Bireysel özgürlük aşamasında, jandarmaya ve otoriteye yer yoktur, polis istemez. Kafkas halkları bir dönem bu aşamaya geldi. Bu Adıgece iki sözcükte vardır, özgürlük (хуитныгъэ ve bireysel özgürlük (щхьэхуитныгъэ). Hangi demokrasi bunu başardı? Bu bireysel özgürlük döneminin kilometre taşı Hititler dönemidir. Bireysel özgürlükten toplumsal özgürlüğe geçmek demek arabayı geri vitese takmaktır.
Bugün bireysel özgürlüğü tüketemediğimiz için, Çarlara yenik düştük ama zafer kazanmış gibi dik durduk. Yabancı topraklarda bile genlerimize işleyen bireysel özgürlük bizi Çerkes olarak tutuyor. Bunu anlamadığımız için birbirimizi beğenmiyoruz, biz sürü değiliz. İşte o egoyu aklımızla frenlememiz lazım.

-Yeltsin; ‘istediğiniz kadar özgür olabilirsiniz’ demişti. Putin’in tavrı tam tersi oldu ve ‘istediğiniz kadar değil, benim istediğim kadar özgür olabilirsiniz’ dedi. Bu farklı tavırlar karşısında Çerkesler ne yapmalı? Yeltsin’e de evet, Putin’e de evet mi demeli? Kavga etmekten söz etmiyor kimse, evrensel ölçüde kabul gören demokratik hakkın kullanımı söz konusu. Hak aramak. Bunun içinde protesto da var, slogan atmak da var, eleştirel yazı ve çizi de var.
-Yeltsin ve Putin söylemlerinde neden ayrıştı? Buna sebep kim? Diasporanın muhatabı Ankara olmalıdır. Anavatandakilerin ise Moskova’dır. Biz diaspora olarak varlığımız için Ankara’dan alacaklarımızın hepsini aldık da sıra Putin ve Moskova’ya mi geldi?
Durum muhakemesi sonrası kararım şöyle çıkıyor. Feda ettiğinden daha fazla şey alıyorsan, bir adım geri iki adım ileri gibi, ona biat edersin. Bu hesap-kitap meselesi. Demokrasi adına konuşurken bağırıp çağırarak birşey elde edemezsin.
Çeçen savaşı sırasında Putin’e faşist dendi ve Nart dergisinde basıldı. Kafkasya’dan dediler ki “Buraya gelmek istiyorsunuz, vatan-millet diyorsunuz. Biz burada yaşıyoruz, Moskova’dan bağımsız mıyız, bizi hiç mi düşünmüyorsunuz, size ne Putin’in faşistliğinden, bunu yazmasanız olmaz mıydı?.” Putin’e bunları söyledik ne değişti? Tabi ki diyelim ama durumumuzu bilerek diyelim. Biz bir savaştayız, bu savaşta mümkün mertebe stratejik hedefleri ele geçirmemiz lazım. Ruslara derdini meramını anlatabildiğin kadar başka birine anlatamazsın. Rus köylüleri ile konuşurken “Senin dedelerin bizi öldürmeseydi ne olurdu, size bir zararımız mı vardı, bak birlikte ne güzel yaşayabiliyoruz” deyince, onlar da “Dedelerimiz çok yanlış yaptı” diyorlar, espri ile karışık.
Tarihte yaşadıklarımızı unutmayacağız, bayrağımızı taşıyacağız. Nalçik’teki heykelin açılışına papazlar, üst düzey Ruslar geldi, hepsi de diz çöktü iki dakika, papaz acımızı dile getirdi. Bazı sözler vardır, bir kaşık maya gibidir, bazısı da zehirler. Yolumuz uzun ve engebeli, onun için zehirlenmeden mayayı nasıl tutturacağımıza bakmalıyız.

***

Nalçik’te bir köye giderken yolumuzu büyükbaş hayvan sürüsü kesmişti. Sürünün çobanı ile görüşmek istedim. “Türkiye’den gelen bir Çerkes seninle görüşmek istiyor” dediler. Atından indi ve bana yönelik güzel bir konuşma yaptı. Sohbete başladık.
“Nasılsın, iyi misin?” diye sordum. “Nasıl iyi olmayayım, baksana bu kadar hayvanı güdüyorum. Türkiye’de Çerkesler varmış, duyuyoruz ama ilk seni gördüm, iyi de Adıgece konuşuyorsun” dedi. “Ne iş yapıyorsun orada, ne kadar alıyorsun, kaç çocuğun var, buraya gelmek için ne kadar para harcadın” gibi sorular sordu, siyaseti ve ekonomiyi sordu.
Tahsilini sordum, güldü. “Niye sordun?” dedi. “Bu soruları çoban soramaz” deyince, “Çoban insan değil mi?” dedi. “Bizdeki çobanlara benzemiyorsun” dedim açıkça. Veterinerlik Fakültesi’ni bitirmiş, bir de hayvan psikolojisiyle ilgili okumuş. “Neden üniversitede çalışmıyorsun?” diye sorunca “Orada yeterince insan var, ayrıca bu hayvanların da bir psikolojisi var, ben de onlarla ilgileniyorum” dedi.

***

-Köyde belli bir süre yaşadınız, şimdi İstanbul’dasınız. Aradan geçen süreye dair neler söylersiniz?
-Köylerde çağ gereği farklılaşma oldu ama köylerde bugünkü anlamda namusa dayalı kavga ve cinayet hiç olmadı. İki bin metre yükseklikte dans ediyorduk, asla ve asla akraba evliliği yoktu. Dans edilen, kapısı penceresinde kilit olmayan, her konuyu konuşabildiğin bir köy şimdi 100 sene geriye gidiyor. Bugün gitmek istemiyorum. İlk soruları ‘haca gittin mi’ oluyor. Zexesler yaparken, bir kızla iki bin m. yükseklikte kol kola girip dans eder ve aşkını ilan ederken nereye geldik? Bunun ismi din değil, din dersek dinlere hakaret olur. Akraba evliliği oluyor, elini vermiyor, bir kadının elini vermemesi ne demektir. Şimdi Çerkesler düğün yapıyor, haremlik selamlık. Hangi kimlik, hangi kültür?
İstanbul’a yerleştiğimizde gençler geliyorlardı, kızkardeşimi alıyorlardı, annem-babam asla ‘burası İstanbul nereye gidiyorsunuz’ demedi. Kızkardeşim de olumsuz hiç birşey anlatmadı. Bunu sadece klasik namus anlamında söylemiyorum, sosyolojik olarak nereye geldik. Bunu ne kitaplarla, ne tarihle, ne de makalelerle düzeltemeyiz. Kabul edip böyle mi olacağız, o zaman hangi kimlik olacağız?
Oradaki kardeşlerimizle kucaklaşabiliyoruz, zaman bizim lehimize birşey getirdi. Yarın zaman ne getirir bilmiyoruz, biz hazır olmak zorundayız, bugün oraya giden insanlarımız bizim umudumuzdur. Birbirimize eleştirilerimiz övgülerimiz, kardeşin kardeşe hediyesidir. 75 yaşıma girdim, hiç umutsuz değilim, her sabah yeni bir dünyaya uyanıyorum.
(Devam edecek)

Önceki İçerikÇerkes Ulusal Hareketi Nereye? (2. Bölüm)
Sonraki İçerikOubykh Mektupları Temmuz 2014
Yaşar Güven
1958’de, Düzce Köprübaşı Ömer Efendi Köyü’nde doğdu. 1980 yılında İTÜ Gemi İnşaat ve Deniz Bilimleri Fakültesi’nden mezun oldu. Üyesi olduğu Gemi Mühendisleri Odası’nın (GMO) 50. yıl ve İstanbul Kafkas Kültür Derneği’nin (İKKD) 60. yıl Andaç çalışmalarının editörlüğünü yaptı. Her iki kurumun yönetim kurullarında görev aldı. Kurucusu olduğu firmada iş yaşamı devam ediyor. 2005 yılı aralık ayında yayın hayatına başlayan Jıneps gazetesinin kurulduğu tarihten itibaren yayın kurulu üyesi.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz