Yazmak

0
910

Yazı yazmak bazen zannedildiği kadar kolay olmuyor. Lenin bir makalesinde ağır çalışma koşullarında yaşayan işçilerin, yazı yazma zamanları, düşünce geliştirme ve ideoloji üretme birikimlerinin olamadığından, oluşamadığından söz eder. Bu nedenle, “ideoloji üretme ve yazma işi aydınların görevidir” der. Tarihe bakarsak çok yanlış değil bu belirlemeler. Çiftçilik yapan ben de, sabah beşten akşam güneş batıncaya kadar alanda işlerle cebelleşince, akşama dinlenmek dışında düşünmek için bile enerji kalmıyor. Dolayısıyla , çiftçilerin durumu da işçilerden farklı değil sanırım… Öte yandan, yazabilmenin ulaşılamaz bir maharetmiş gibi sunularak abartılmasını da gereksiz bulurum. Her ne kadar yazmanın ve basarak yayınlamanın, görünenden öte arka planda hayli emek ve sıkıntılar olduğunu okuyucu çok bilmese de. Bu anlamda okuyucu biraz bencildir. Bencil yerine belki de acımasız sözcüğü de kullanılabilir gibi. Eleştirirken herkes, doğal olarak kendi penceresinden bakar sanırım. Haklıdır da. Jıneps’te yayınlanan yazılarımla ilgili uzunluğundan şikayet aldım. Allahtan Nalçik’teki okuyucu sayısı dört! (Bu da Kabardeylerin ayıbı!) E, okuyucunun yarısı şikayet edince bir açıklama da gerekli oldu gibi… Öte yandan ben aslında içerikle ilgili tartışmalar olsun isterdim demeden de geçemeyeceğim…
Ortaokuldan aklımda kalan ‘’Tarih yazı ile başladı’’ sözünü uzun zaman anlayamamıştım. Yazı ile yaşam arasında birinin diğerini başlatabilmesi; sanırım, o zamanki mantığımı zorlamış olmalı. Oysa yaşamın bir kesiti; bu, bir düşünce de olabilir ; bir sanatsal üretim de. Yazılı hale gelince tarih oluyor ise, yazılmadığı zaman anı olarak kalıyor desek uçuk bir şey söylemiş olmayız. Yazının icadından ve yazılı metinlerin, belki de yazılan ilk cümleden başlayarak tartışmaya konu olacağını düşünmeli sanırım. İçerik ve biçim olarak iki tarafıyla. Giderek kimileri bitmez tükenmez metinler, destanlar, masallar binlerce sayfalık cilt cilt yazılar üretilmiştir. Bir taraftan da bir içeriği en kısa nasıl anlatırım diye kafa yorularak yazılmış metinler de var. Uzun yazmak modernizm öncesi döneme ait gibi. Balzac, Vadideki Zambak romanında iki kahramanın tanışmasına on yedi sayfa ayırmış. Uzun tiratlar, uzun destanlar, uzun şiir ve nehir romanlardan sonra özellikle post modernizm dönemde kısa ama içerikli metinler öne çıktı. Gerçi bu tür metinler için çağ ya da dönem ayırımı yapmak yanlış olur. Belirginleşmesi, daha çok önemsenmesi de denebilir. İran-Yunan savaşları döneminde, İran Serdarlarından biri, Isparta ordu komutanı Lysandors’a yazdığı mektupta ‘’Eğer Yunanistan’a girecek olursam, ortalığı kan ve ateş içinde bırakacağım’’ demiş. Isparta’nın verdiği cevabi mektupta ise sadece’’ Eğer!…’’ yazıyordu. Bu mektuplar bilinen en kısa metin sayılır. Sadece bir edat. Ama, ayrıca, Victor Hugo’nun Sefiller romanının satışlarının nasıl gittiğini yayıncısına sorduğu mektupta, sadece bir soru işareti vardı. Bir soru işaretinden ibaret mektubu alan yayıncısı da ona cevap olarak, satışların iyi gittiğini anlatmak için tek bir ünlemden oluşan mektup yollamış… Bu metinlerden en kısa olanı konusunda hep farklı fikirler savunulmuştur. Birinin edat diğerinin noktalama işareti olduğunu savunanlar olduğu gibi edatın daha derin ve ayrıntılı anlam taşıdığını iddia edenler de olmuştur.
Yazıda biçim önemlidir elbette. Her yazının bir ‘’altın kesimi’’ vardır. Olmalıdır da. Fakat metnin içeriği, yayınladığı yayın organının formatları, hitap ettiği okuyucuların özellikleri ve benzeri özellikler önemli sanırım. Kısa yazılan günlük gazete makaleleri-denemeleri yanında yıllarca üzerinde düşünülmüş ve uğraşılmış metinler ve uygun yere uygun sözcük arayışları bilindiktir. Montaigne’nin, denemelerini çok uzun zaman ayırarak yazdığını ve yayınlamadan dinlendirdiği söylenir. Belki de bundan dolayı bunca -dört yüz yıl- zamana dayanabildi ve yeni kalabildi. Yahya Kemal’in bir şiirinin bir dizesinde, bir sözcüğün, ‘’sıra’’ selviler mi yoksa ‘’serin’’ selviler mi tercihinin on yedi yıl sürüdüğü söylenir. Bu metin ya da eser ‘’ çevrilemez’’ dendiği de olur. Dil ve içerik açısından.
Bana göre yazıyı okutan birçok faktör var. Bunlardan biri yazının uzunluğu- kısalığı. Dili, içeriğin gündemle ilişkisi, yazının samimiyeti gibi şeyler dışında okuyanın da o anki ruh hali. Yazı okunmaya başlayınca, ya kendisini okutur ya da yarım bırakılır. Asıl, içeriği ve diliyle yazının kimliği okutur yazıyı. Uzunsa, oflayarak okuduğumuz çok yazı olmuştur… İçeriksiz ise sakız çiğnemek gibi olur… Göz ucuyla bakıp geçtiğimiz kısa metinler de yok değil.
Jıneps, günlük gazete formatında aylık yayınlanan bir yayın organı. Bir amatör olarak ben de bir süredir yazılar paylaşıyorum bir köşesinde. Özellikle uzun olacak konular seçilmiş değilse de, aylık periyodu olan bir yayında günlük hatta haftalık konuların yazılması olmaz değil ama bir ay sonrasına ne kalır ki ondan. Hele gündemin bir gün içinde bile bir kaç kez değişebildiği günlük yaşamda. Yüz binlerle ifade edilen tirajlı gazeteler bile bu hıza dayanamıyor. Sosyal medya ve görsel yayın; yani televizyon, yazılı medyayı çok zorlamıştır. Bunun için dikkat edersek, her günlük gazete ayakta kalabilmek için bir tv kanalına sahip. Jıneps bir televizyon kurar mı bilemiyorum ama, en azından yayın periyodunu ve formatını minimum haftalık hale getirmeli diye de düşünüyorum. Bu şekliyle ilgili bir çok gerekçesi muhtemelen vardır. Bu başka bir konu gibi.
‘’Yazmasaydım Ölürdüm’’ diyen A. Erdoğan’dan, yazamaz hale gelince harakiri yapan nobel ödüllü Japon edebiyatçısı, hemen hemen yazılarının tamamını ölümüne neden olan ateşli hastalıkla boğuşurken yazan Marquis de Sade gibi yazarak ölecek değilsek de, düşüncelerimizi paylaşmaya devam edeceğiz.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz