Asteğmenlik bitmiş, Cudi’nin suları böbreğimin birini harap etmiş, uçakla eve dönüyordum. Daha dün içmiştim dağın böbreğimi sızlatan suyunu. Diyarbakır-Ankara uçağının güzel hostesi servis yapmak üzere geldi ve rutin sorusunu sordu. “Ne içersiniz?” Su dedim. Su içerim. Herhangi bir dereden, kaynaktan alınmamış, varilde bekletilmemiş, bir bardak su. O gün iyi ki pas geçmişti uçak. Ankara üzerinde attığımız tur, beni çok mutlu etmişti. Kendi kendime gülüp “su gibi aziz ol sevgili pilot” demiştim. Diyar-ı Bekir’den dönüşümde, yerde bir ana, bir oğul ve bir yar beni bekliyordu.
Çevredeki herkes gibi ben de aynı şeyi merak ediyordum. Artık bir yaşında olan oğlum, tanıyabilecek miydi beni, kucağıma aldığımda ne tepki verecekti.
Tanımadı babasını, ağladı, kucağımdan gitmek istedi. Sessizce “ben senin babanım oğlum” diyebildim. Biraz yorgun, biraz hasta, dönülmesi zor yollardan gelen babanım. Alışacağız, konuşacağız, sevişeceğiz seninle. Bak neler anlatacağım. Hayatı, ölümü, korkuyu, gülmeyi, sevmeyi, özlemi, çaresizliği, neler anlatacağım, biraz büyü. Büyü de baban sana erdemler alacak. Büyü de baban sana, yıldızları koparıp gözbebeğine koyacak. Büyü de baban sana, onurlu yaşamı anlatacak. Büyünce baban sana, insan olmanın bedellerini de anlatacak.
Çok çabuk büyüdün be oğlum.
Yedi buçuk yaşındasın artık. Son iki yıldır satranç oynuyoruz. Son iki yıldır, anlatmaya söz verdiklerimi anlatıyorum. Son iki yıldır doyasıya sohbet ediyoruz. Yalanı, dolanı, sevgiyi konuşuyoruz.
Hani nezaketi anlatmıştım ya sana, sıraya girmeyi. Sen sıranı beklerken itiş kakışlar arasında göz göze gelmiştik. Bir türlü alacağını alamamıştın. Yine cevaplayamayacağım sorularla bakmıştın gözlerime. Nedeni ben olmasam da, ben eğmiştim kafamı önüme. Hani özgürlüğü anlatmıştım, çayırlarda koşturan yılkıları, yılkı atlarını. Hatta “Cesur yürek” adında bir çizgi film izlemiştik. Öğretmenin “bu kadar kendine güvenmemeli” dediğinde, nedeni ben olduğum için kafamı önüme eğmiştim. İlk okulunun ilk sınıfında, “diğerlerinden çok farklı” olduğunu kötü bir şeymiş gibi söylediklerinde, yine kafamı önüme eğmiştim. Sana kendin gibi olma, sıradan ol diye nasıl söyleyebilirdim. Eğitimi, farklılığı ve özgürlüğü yok edip, standart insan yetiştirme gibi algılayanlar karşısında, yine başımı önüme eğmiştim. Derslerde sorunun yoktu, kendine güvenin sorun oluyordu. İlk okulun ilk sınıfında, eğitimcilere göre adam olamamıştın. Sanki eğitimciler ilet der gibi söylemiştin; “o kurdele alan çocuk cipsimi izinsiz almıştı, ben asla öyle bir şey yapmam baba” diye. Nasıl söyleyebilirdim ki, cipsini izinsiz alanlara daima kurdele takılacağını. Hatta Türkiye’nin onlarla gurur duyacağını. Değerli adamlarla, önemli adamların farkını. Önemli adamların, çoğu zaman değerli kalamadığını. Söyler miyim hiç? Değer yargılarını alt üst eder miyim, çiçek çocuğum.
Önceleri oyuncaklarının arasına hiç silah sokmamıştık, hiç kılıç, tabanca olmamıştı. Legolardan silah yapmaya başladığında, silahlı oyunlar çağın geldiğinde, ne yapacağımı bilmiyordum. Bir Ürdünlü fizikçi dostum uyarmıştı “sen engellesen de o ulaşacaktır, yasaklama.” Önce serbest bıraktım. Bolca silah ve kılıcın oldu. Bolca oynadın, sonra bütün silah ve kılıçları toplamıştım, hatırlıyor musun? Her silahı alıp anlatmıştım sana, ondan nasıl bir mermi çıktığını ve insanı hangi acılarla öldürdüğünü. Öldürmekten başka insan için en küçük bir yararının olmadığını anlatmıştım. Sonra kendi ellerinle tüm silahları toplayıp çöpe atmıştın, benim canım oğlum. Ve şiddeti konuşmuştuk, çizgi filmleri, çizgi film kahramanlarını. “Heidi”’yi anlatmıştım sana. Sonunda Heidi’yi bir televizyon kanalında izledik, bütün kahramanları, Peter’i, Clara’yı sana uzun uzun anlatmıştım. Şiddetin dışındaki seçeneklerin aslında çok daha güzel olduğunu birlikte keşfetmiştik.
Seni şehrin göbeğindeki benim gizli yerime götürmüştüm. Kızılay’ın tam ortasında Güven Park anıtının kocaman ayaklarının dibine. Mesai sonu nasıl koşturuyordu insanlar, birlikte izledik. Hayat nasıl hızlı akıyordu akşam vakti Kızılay’da. Oysa, biz seninle hayatı durdurabilmiştik. Bir süre, bir nefes alışı kadar, patlamış mısırımız bitene kadar. Akşamüstü altımızdan hızla akan hayatı seyretmiştik. Heykelle bütünleşmiş, heykel gibi koşturanları seyretmiştik. Işıklı havuzun fıskiyesi, korna sesleri, arabaların sarı kırmızı ışıkları, Ankara’da yaşamı, o heykelin ayaklarının dibinden izlediğim en genç adamdın. Genç adam, çok fazla sabredemeden koşturmaya başlamıştın.
Zaman geçiyor, büyüyorsun. Anlatsak da anlamayacaklarını, bir antika ibriğin içine yazıp atıyoruz annenle. Aklımıza gelip anlatamadığımız, onsekizine gelip akıl küpünü açtığında anlayabileceğin, bir sürü not var içinde. El izin de var sana ait, senin kadar değerli olan değerler de var. Bir Çerkes atasözü var, “candan önce onur gelir.” Sonra amcanın yazdıkları var. Okumak için okumayı öğrenmen yetmiyor şimdilik. O notlar umarım, hayatı okumanda da yardımcı olur sana.
Bir oğul büyütmek, hala kolay gözükmüyor bana. Küçücük zamanların ve ayrıntıların arasına sıkışmış kocaman hatalar yaptığımı düşünüyorum. Her gün yeni keşifler yapmak, ona inmek, onu anlamak ve ona anlatmak kolay gözükmüyor. Hiçbirimiz baba ya da anne olmanın okulundan mezun olmuyoruz. İnsan yetiştirmeyi, insan hayatının sıradanlıkları içerisinde öğreniyoruz. Oysa onlar, son demlerimizde onurla, gururla izleyeceğimiz, hayata bırakacağımız en son eserlerimiz olacaklar.