Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Abhazya’da bir hafta

“Ruslar ‘sıcak denizlere heves’ etmeseydi, savaş kaybedilmeseydi, benim ailem Abhazya’yı terk etmeye karar vermeseydi, ben burada, bu topraklarda doğacak ve yaşayacaktım, benden önceki yüzlerce nesil gibi…”
İstanbul’dan Soçi’ye 1,5 saatlik bir uçak yolculuğundan sonra, Soçi’den Abhazya sınırına doğru herkes aynı soruyu soruyordu: “Daha gelmedik mi toprağımıza?” Tarihsel olarak Soçi, toprağımız olsa da kendi devletinin içinde olmayınca benim demek kolay değil, hele Soçi sınırından geçerken tamamen hislerden arınmış bir ifadeyle, yüzünüzdeki her detayı uzun uzun inceleyen ve “keşke gelmeden önce botoks yaptırsaydım, belki daha kısa sürerdi” dedirten Rus gümrük memurlarından sonra… Herhangi bir kabalıkla karşılaşmadık, hatta kibarlar, sadece verilen görevi yerine getiriyorlar.
Tam güneş doğarken girdik topraklarımıza, Abhazya’da günün ilk ışıklarıyla karşılanmak benim için hoş geldin mesajı gibiydi. Henüz bir çocukken, yaşlı olduğu için çocuklarını kardeşiyle gönderip kendisi Abhazya’da kalan dedem Hatajuka’ya, öyküsünü öğrendiğimde söz verdiğim gibi, 150 yıl sonra toprağımdaydım. Sol yanda Abrıskil’in zincirlendiği heybetli dağlar ve sağ yanda soyadımla aynı adı taşıyan başka bir Hatajuka’nın sürgün sırasında atını bırakmamak için atıyla birlikte sularına karıştığı Karadeniz…
Yaklaşık 1,5 saatlik yolculuktan sonra Sohum’a veya Abhazca adıyla Akua’ya ulaştık. Sohum sokakları, İstanbul’un keşmekeşinden sonra bomboş hissi veriyor. Turizm ülkenin en önemli gelir kaynağı, öğreniyoruz ki şehir yazın tıklım tıklım olur, Ayayra kutlamalarından sonra iyice boşalırmış sokaklar… Şimdi sezon bitmiş, yazın yorgunluğu yerine sonbaharın huzurlu rehavetini bırakmış. Sokaklarda son derece lüks otomobiller görmek insanı şaşırtıyor. Otomobiller vergiden muaf oldukları için herkesin alabileceği kadar ucuzlarmış! Geri dönüşçülerin ağırlıklı olarak gittiği birkaç mekân var. O mekânlarda yıllardır görmediğim akrabalarımı, arkadaşlarımı görme şansım oldu. Tıpkı diğer ülkelerdeki gurbetçiler gibi, kendi aralarında bir yaşam kurmuşlar. Zaten kendileri de sohbet sırasında iki toplum arasında yeterince kaynaşma sağlanamadığını ifade ediyorlar. Rusça veya Abhazca bilmiyorsanız, orada yaşayan bir geri dönüşçünün tercümanlığı olmaksızın işiniz çok zor. Ben kırık dökük Abazacam sayesinde “bir nebze” meramımı anlatabildim. Kiril alfabesini okuyup yazamadığım için kategorik olarak okuma/yazma bilmeyenler grubundaydım.
Yerel restoran ısrarım nedeniyle kuzenim, bir restoranın adı olduğunu sandığım, sonrasında tümüne ‘pasha’ dendiğini öğrendiğim, yerel yemeklerin olduğu bir restorana götürdü beni. Abısta biraz farklı ama acıka, peynir ve agudırşışı 150 yıl sonra bile tıpatıp aynı, köyüme gitmişim gibi hissettim. Abhazya’da ilk gecem de “hoş geeldiiiiin” der gibiydi, yemekler ve oyunlar eşliğinde muhteşem bir geceydi. Bir ara telefonla konuşmak için tabletimi masada bıraktığımda, yan masadan birileri tabletimi göstererek onu almamı işaret ettiler, sonra kuzenimden de öğrendiğim üzere masadan uçup gitmesi an meseleymiş: Cennetin ‘arka’ bahçesinden ilk mesaj; telefonunu, çantanı, tabletini ortada bırakma. Kuzenim bir arkadaşıyla tanıştırdı, biraz İngilizce, biraz Abhazca sohbetimizde özetle, “burası anavatanınız, gelin, birbimizi tanıyalım, burada sorunlarımız var ama hepsini aşabiliriz” dedi, söz ettiği sorunlar her neyse, -aynısını dans ederken de gördüğüm- gözlerindeki ışıltı sorunların aşılacağına ilişkin güven veriyordu. Bu cümleyi daha sonra tanıştığım biri daha kurdu, aynı kişi diasporadakilere, yaşadıkları ülkelerde vatandaşlık verilmesinin tartışıldığını, ancak kendisinin karşı olduğunu söyledi. “En azından sadece vatandaşlık işlemleri için gelip bizi ve Abhazya’yı görmenizi, sizi tanımayı istiyorum” dedi. Birbirimizi tanımıyor olduğumuzu hiç düşünmemiştim.
30 Eylül Ayayra Kutlamaları günü her yaştan insan sabahın erken bir saatinde meydanda toplanmıştı, kortej oluşturarak Şehitlik Anıtı’na çelenkler koyuldu. Askerler resmi geçit yaparken Abhazya Cumhurbaşkanı Hacımba’yı az ötemde görmenin şaşkınlığını yaşadım. Elbette Cumhurbaşkanı orada olmalıydı ama alışageldiğimiz yüksek platformlar, kürsüler, koruma ordusu olmadan yanıbaşımda görmek benim için oldukça şaşırtıcı ve hoş bir tabloydu. Programın devamında yer alan Ardzınba’nın mozolesi ziyaretini, Ayayra ritüellerinin bir parçası olarak düşünmüştüm, oysa Abhazya’ya en dokunduğumu hissettiğim yerlerden biri oldu. Hafif eğimli bir tepede, yeşillikler içinde, sade, bakımlı, mütevazı, özenli, uyumlu… Hoparlörden gelen şiir dışında derin bir sessizlik, hüzün, acı… Ardzınba sanki daha dün ölmüş gibi, kaybedilen bir aile büyüğüymüş gibi… “Biz çok acı çektik, çok bedel ödedik, bunca acıyı yaşarken sen neredeydin?” dedi bana.
Abhazya’da her yanda savaşın izlerini görmek mümkün, binalarda, her yanda karşınıza çıkan şehitliklerde, heykellerde veya insanların yüzlerinde. 20 yılın bunca acıyı sarmak için ne az zaman olduğunu görüyorsunuz, özellikle de ambargoyla ve yoklukla geçmişse… Hele de savaştığın düşman yıllarca birlikte yaşadığın insanlarsa, o zaman kişisel öyküler, ilişkiler de giriyor denkleme… Etnik aidiyetin safını da belirliyor o zaman, dostluk bitiyor, akrabalık bitiyor, komşuluk bitiyor ve acı-tatlı birçok anıdan geriye sadece düşmanlık kalıyor. Üstelik düşmanlık tüm “haklı” gerekçelerini yaratıyor ve hatta süreç içinde yenilerini ekliyor. Her şehirde savaş sırasında harap olmuş binalar var, hala harap durumdalar ve bellek tazeleme görevini üstlenmişler. Eski parlamento binası şehrin ortasında bir hayalet gibi yükseliyor. Sohum merkezinden uzaklaştıkça, yollar da savaştan kalmış izlenimi veriyor. Tkorçal’da ise savaşın yarattığı tahribat insanın yüzüne bir tokat gibi iniyor. Tkorçal savaş öncesi bir sanayi kentiymiş, şimdi ise hepsi bomboş ve atıl vaziyette duran birçok sanayi tesisiyle dolu. Hem burada, hem ziyaret ettiğimiz diğer tüm şehitliklerde mezarların yanına içki şişesi, kadeh, sigara paketi veya birkaç dal sigara, şeker, balon, çiçek veya unutulmadıklarını gösteren herhangi bir şey bırakılmış. Şehitlikteki mezarların bazıları 1993’ten sonraki yıllara aitti. Tkorçal sınıra yakın bir bölge olduğu için hala Gürcistan tarafından sınırı geçmek isteyenlerle çatışmalar oluyormuş. Tkorçal’ı da cennetin arka bahçesine dair bir görüntü olarak tanımlamak mümkün.
Sadece babanızın Abhaz veya Ubıh olması halinde direk vatandaş olabiliyorsunuz. Devlet size ev veya arsa tahsis ediyor ve tahsis işlemleri gerçekleşinceye dek kira yardımı yapıyor. Tarımla uğraşmak isterseniz büyük ölçekli tarımsal araziler de tahsis edilebiliyor, bunlardan organik tarım yapılan bir serayı gezme şansımız oldu, çok canlı ve güzeldi, çaba doluydu. Ama arsayı alıp hiçbir şey yapmadan atıl bırakanlar olmuş veya daha kötüsü kendisine tahsis edilen evi satanlar da İyi bir niyetin suiistimali, o niyetin başkalarına ulaşmasını da engeller diye düşünmeden edemiyorum.
Geri dönüş otobüsünün kalkmasına 1 saat kala çay içmek üzere oturduğumuz yerde bir masaya davet edilip anuharaya katılana dek, turist olmak istemediğim halde, neredeyse turist tadında geçti tatilim. Anuhara esnasında, yarım yamalak anladığım anadilimde dualar edilip güzel temenniler dile getirilirken, bir sonraki sefere ertelediğim o duygusal hesaplaşma bir tokat gibi indi yüzüme. Başka türlü olsaydı, Ruslar ‘sıcak denizlere heves’ etmeseydi, savaş kaybedilmeseydi, benim ailem Abhazya’yı terk etmeye karar vermeseydi, ben burada, bu topraklarda doğacak ve yaşayacaktım, benden önceki yüzlerce nesil gibi… Şu an içimde iki kültürlü, iki kimlikli, ikircikli bir ruh hali yerine belki de acısıyla tatlısıyla nereye ait olduğunu bilen derin bir dinginlik hissi olacaktı… Ve ben utanmadan herkesin önünde ağladım, ağladım, ağladım, uzun zamandır ağlamadığım kadar çok ağladım…
Birçok insan Abhazya’dakilerle diasporadakilerin farklılığına vurgu yapmıştı ama beni asıl şaşırtan şey inanılmaz benzerliğimizdi. Birbirinden çok farklı rejimlerde, farklı kültürlerle, farklı dinlerle, farklı bir coğrafyada yaşanmış 150 yıldan sonra kendi sülalemden biriyle birbirimize kardeşim diye sarılabiliyorsak, hala tanıdık cümlelerle alaf söyleniyorsa ve en önemlisi bana gönülden bir hoş geldin diyorlarsa olan farklılıklar da bir şekilde aşılabilir…
Abhazya’yı görünce anlıyor insan neden her gidenin burayı cennet diye tarif ettiğini. Abhazya’da tarihe veya doğaya sadece bakmıyor, dokunmuyor, bir parçası olduğunuzu hissediyorsunuz. Tabii 150 yıl önce terk edilen vatanı “ta yüreğinde anavatanın olarak hissetmek” ne kadar rasyonelse, oraya dair objektif olabilme düşüncesi de o kadar rasyonel elbette ama kimin umurunda? Yemyeşil, masmavi, dağ, orman, mağara ve su: Sıcak su, soğuk su, tatlı su, tuzlu su, duran su, akan su, çağlayan su, kaynağından fışkıran su, deniz, göl, dere, ırmak, nehir, su her an bir başka yüzüyle çıkıyor karşınıza. Suyun bu değişken yüzlerinin olduğu yerde, bize kadar taşınan zızlan öyküleri de oluyor elbette. Doğa tüm nimetlerini sererken, doğayla uyum içindeki mimarisiyle şehirler nefes almanıza izin veriyor. İstanbul gibi koskoca bir şantiyeden, bir koruyu veya ağacı korumak adına verilen ölüm kalım mücadelesinden, insanın üstüne üstüne gelen beton bloklarının arasından buraya gelince, nefes alabildiğin, gökyüzünün göründüğü şehirler, o kadar yoksulluğa rağmen temiz parklar ve bakımlı botanik bahçeleri görebilmek daha da önem kazanıyor. Abhazya’da Türkiye’de olduğumdan daha mutlu yaşamam mümkün mü? İlk cevabım kesin bir evet. Yine de bu konuyu konuştuğum herkes kesin karar vermeden önce birkaç kere daha gitmem gerektiğini söyledi. Bu gezi daha çok fragman gibiydi ve cennetin arka bahçesine geçecek çok vaktimiz olmadı, arka bahçede herhangi bir görüntü beni caydırır mı? Sanmam. Ama dil problemi, çevre problemi, sosyal yaşam problemi, ailem, dostlarım… Neyse ki İstanbul’la Sohum arası sadece 4 saat.
Abhazya’da geçirdiğim bir haftada, gözlerim bazen sevinçten, bazen acıya tanıklıktan, bazen daha karmaşık duygulardan yaşarsa da, uzun zamandır olmadığım kadar mutluydum. Kazanılmış bir savaşta bile savaşın bıraktığı derin yaraları gördükten sonra, Türkiye’de savaşın ayak seslerini duymak savaş çığırtkanlarına daha çok öfkelenmeme neden oldu.
Abhazya’nın tanrının kendisine ayırdığı topraklar olduğuna inanmak hiç zor değil. Kendilerine bahşedilen güzelliğin farkında olarak doğa-insan ilişkisi iyi bir temele oturtulmuş. En büyük gelir kaynağı turizm olmasına rağmen turizm bakanlığı kurma ihtiyacı hissedilmeyen Abhazya’da Ekoloji Bakanlığı’nın kuruluşundan beri olması doğaya olan sevginin, saygının ve duyarlılığın önemli bir göstergesi…
Evet, çok zor zamanlar yaşanmış, hala aşılmış da değil ama savaşın yaralarının bir kısmı hala sarılmamış olsa da teşhis konmuş ve artık tedavi aşamasına geçilmiş. Buradan baktığımızda kendimizi Abhazya’nın var olma, güçlenme mücadelesi içerisinde nasıl konumlandıracağımız Abhazya/Diaspora ilişkilerinin de geleceğini belirleyecek bence: Anavatan kollarını açarken, biz onun için ne yapacağız? Önümüzdeki süreç bizim için büyük bir şans, ama biz bir şeyler yapmazsak cennete talip de çok…

Çiğdem Hatacıklıoğlu

Yazarın Diğer Yazıları

Avni Lifij’in fotoğrafları 100 yıl sonra sanatseverlerle buluştu

1851.gallery, ünlü sanatçı Avni Lifij’in platin-paladyum baskı tekniğiyle üretilmiş fotoğraflarından oluşan "Affedersiniz ama sanat bir kodak fotoğrafı değildir. Ressam Avni Lifij’in Yeniden Hayat Bulan...

Boston Üniversitesi’nde bir Çerkes masalı

Karaçay-Çerkesli yönetmen, oyun yazarı, kukla sanatçısı ve sahne tasarımcısı Şaukh Evgeny İbragimov 11-16 Kasım tarihleri arasında Boston Üniversitesi’nde gösteri ve atölye çalışmaları yaptı. Üniversite...

Dijital kitap: ‘Dilin Yolu’

Tüm dünyada gündemin öncelikli sıralarına yerleşen eğitimde dijitalleşme çabaları sadece Çerkes cumhuriyetlerindeki eğitim kurumlarında değil Çerkes diasporasında da yürütülüyor. Çetav Merwan, Mışe Hun Su’ad, Ğuç’el’...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img