Niyazi Tan
Mehmet Çavuş’un oğlu Bahri, iri yarı bir kişiydi. Köylerde yapılan karakucak güreşlerinde güreşirdi. Ünü çevreye yayılmıştı. Herkes onu pehlivan olarak tanırdı. Bahri pehlivanın babası çiftçi olduğu halde kendisi çiftçiliği sevmezdi. Geçinebilmek için nalbantlık yapardı. Köyleri dolaşarak ekmeğini kazanmaya çalışırdı. Alacalı ve sıska bir atı vardı. Bahri usta, her gün eskimiş heybesine nalbantlık araç ve gereçlerini koyar, atına bindiği gibi yola koyulurdu.
Atına, eşeğine ve öküzlerine nal çaktırmak isteyenler, Bahri ustayı beklerlerdi. Bahri usta, nalbantlıktan kazandığı para ile ailesini geçindirirdi.
Bir kış günüydü. Bahri usta, nalbantlık araç ve gereçlerini yamalı heybesine koyup atına yükledi. Kozlu köyüne yayan 4 saat uzaklıktaki Fındıcak köyünün yolunu tuttu. Sakarat ormanlarını aşarak hedefine ulaştı. Köye vardığında bir müşteri buldu. Kendisini bekleyen bir kişinin öküzlerine nal çaktı. Kazandığı parayı sevinçle cebine koydu. Sonra köyü baştanbaşa dolaştı. Ne var ki, başka bir istekli çıkmadı. Bahri usta ne yapsın? Fındıcak köyüne yakın Keçeci köyüne gitmeye karar verdi. Sıska ve oldukça bakımsız atına binip yola çıktı. Heybesindeki somun ekmeği çıkarıp bir dilim kesti. Isırarak yedi ve aç karnını doyurmağa çalıştı. Arkasından tütün tabakasını çıkardı, bir cıgara sardı. Çakmağını çakarak sigarayı yaktı. Dumanını derin bir nefesle içine çekti. Sonra ayın biçimde dışarıya yerdi. Tüttürerek ve umutla ‘deh’ dedi. Karanlık başlamadan Keçeci köyüne ulaşmaya çalıştı. Ne var ki, işler umduğu gibi iyi gitmedi. Hava karardı, soğuk bir rüzgâr esti. Arkasından kar yağmaya başladı.
Bahri usta, kar yağışı ve tipi yüzünden zorlukla köye ulaştı. Ancak bir sorunu daha vardı. Bu amansız kış günü kime konuk olabilirdi? Çalacağı kapı kendisine açılacak mıydı? Hep onu düşünüyordu. Ancak düşündüğü gibi olmadı, çaldığı kapı açıldı. Eskiden beri tanıdığı bir dostu, kendisini iyi karşıladı. Bahri ustayı görünce:
– Ooo Bahri usta! Ne bu hal? Nereden geliyorsun böyle? Doğrusu çok şaşırdım. Haydi gir eve, Ben atı ahıra çeker, gerekeni yaparım, dedi.
Bahri usta çok sevindi. Alışık olduğu eve çekinmeden girdi. Oturduğu yerde çarıklarının bağını zorlukla çözdü. Ayaklarını ılık su ile yıkadı. Arkasına yaslanıp şöyle bir oh çekti! “Nedir bu benim çektiğim?” diye mırıldandı.
Kar yağışı devam etti. Kalınlığı bir metreyi geçti. Bahri usta, konuk olduğu evde mahsur kaldı. Yola çıkıp köyüne dönmeye cesaret edemedi. Böylece günler birbirini takip etti.
Bahri ustanın babası Mehmet çavuş, köyde sevilen sayılan bir kişiydi. Tek katlı evin, yukarıya doğru sürülerek açılan küçük penceresinin önünde otururdu. Ara sıra cep saatini çıkarır bakar, konuşacak adam arardı.
Keçeci köyüne yağdığı kadar, Kozlu köyüne de kar yağdı. Komşu aileler, birbirlerine ulaşabilmeleri için kürekle yol açtılar. Bu durum Mehmet Çavuş’un canını sıkmaya başladı. Oğlu Bahri usta kaç gündür eve dönememişti. Haberini de kimseden alamıyordu. O günlerde telefon diye bir iletişim aracı yoktu. Mehmet çavuş, derdini anlatmaya bile kimseyi bulamıyordu. Herkes evine sinmiş, odunu olan sobasını yakıp oturuyordu. Bahri ustanın Keçeci köyünde mahsur kaldığını yalnız yakın komşuları biliyordu
Mehmet Çavuş, o gece çok kötü bir rüya gördü. Komşusu İbrahim ağayı çağırtıp gördüğü rüyayı ve oğlunun başına bir felaket gelmiş olabileceğinden korktuğunu anlattı.
İbrahim ağa:
-Merak etme Mehmet Çavuş, oğlun Fındıcak, ya da Keçeci köyünde kalmış olabilir. Hava biraz açılsın, çıkar gelir, dedi. Mehmet Çavuş’u teselli etmeye çalıştı.
Bahri ustanın da canı sıkılmaya başlamıştı. Bir haftadır fakir bir ailede yatıp kalkıyordu. Gerçi ev sahibi pek renk vermiyordu. Ancak konuğunun bir an önce gitmesini beklediği de anlaşılıyordu. Bahri usta ne yapsın? Hava koşulları, yola çıkmaya olanak tanımıyordu. Günler hep böyle geçti. Sonunda hava biraz açılır gibi oldu. Bunu fırsat bilen Bahri usta çarıklarını giydi, bağlarını iyice bağladı. Ev sahibine teşekkür etti.
“Allahaısmarladık” diyerek evden ayrıldı. Son derece bakımsız kalan alaca atını ahırda bırakarak yola koyuldu. Kimi yerlerde derinliği bir metreyi aşkın karı göğsü ile yararak yürüdü. Bazen durup dinlendi. Cebinden çıkardığı hazır sigarasını yaktı. Etrafına dumanlar yayarak zorlukla köyüne ulaştı. Kendisini bekleyen ailesini sevince boğdu.
Bahri usta biraz rahatlayınca başından geçenleri bir bir babasına anlattı. Ne var ki, babası pek memnun olmuşa benzemiyordu. Bunun bir nedeni olmalıydı. Ancak Mehmet Çavuş, sessiz kalmayı tercih etti. Belli ki canı sıkılıyordu. Cep saatini çıkarıp bir göz attı, takvimini karıştırdı. Sonra pencereden dışarıya baktı. Kar yağışı devam ediyordu:
-Hay ne aksilik, tam zemheri ortasındayız, dedi. Ilık rüzgârın ne zaman eseceğini, karın eriyip yolların açılacağı günün hesabını yaptı.
Aradan günler geçti. Ne ılık rüzgâr esti, ne de yollar açıldı. Zavallı at kim bilir ne haldeydi? Mehmet Çavuş hep onu düşünüyordu. Atın Keçeci köyünde kalması sorun olmuştu. Herkese dert yanmaya başladı. At en kısa zamanda evini getirilmeliydi. Ama bu nasıl olacaktı? Hiç onu düşünmüyordu. ‘Atım da atım’ diyerek bütün komşularını, hatta köy halkını usandırmıştı.
Mehmet Çavuş’un bu diretmesini duymayan kalmamıştı. Fındıcak köyünde oturan saygın kişi Hayri Ağa bile duymuştu. Kozlu köyüne gelerek Mehmet Çavuş’a:
-Mehmet Çavuş, beni iyi dinle. Senin alaca atının bugünün parasıyla edeceği 100 lira. Ben sana 300 lira veriyorum. Bu para ile sen daha iyi bir at alabilirsin. Gel şu inadından vazgeç. Köy halkını yollara düşürme, diyerek rica etti. (Fahri Ağa bu sözlerin doğru olduğunu Niyazi Tan’a anlattı.)
Mehmet Çavuş’un saygın bir kişi olduğunu yukarıda belirtmiştim. Ayrıca Çerkeslik, büyüklere saygı diye bir gelenek de vardı. O halde Mehmet Çavuş’un isteği yerine getirilmeliydi. Ancak, kış mevsimi hüküm sürüyordu. Yola çıkmanın olanağı yoktu. İşte bu durumu bilen köy halkından ileri gelenler toplanıp Mehmet Çavuş’un evine gittiler:
-Mehmet Çavuş, görüyorsun kış çok fena. Bu havada yola çıkılmaz. Ne olur biraz daha sabret. Atın ölürse ölsün. Biz daha iyisini alırız, diye rica ettiler. Ancak ikna edemediler.
Mehmet Çavuş:
-Ben Mehmet Çavuş’un atı Keçeci köyünde kaldı dedirtmem. Ne olursa olsun, atımın evime getirilmesi gerekir, dedi.
Köyün büyükleri (Thamateler):
-Bu sorunu çözmemiz gerekiyor. Hep birlikte Keçeci köyüne gidelim, atı getirelim. Başka çaremiz kalmadı diye karar verdiler.
Ertesi gün, her evden bir kişi giyinip kuşanıp Mehmet Çavuş’un evi önüne geldi. Hava yağışsızdı, ancak kuru bir soğuk vardı. Toplananlar fazla beklemediler. Tek sıra halinde yola koyuldular. En önde Mevlüt pehlivan vardı. Bir metreyi aşkın karı yararak bir süre ilerleyip yol açtı. Arkasında arkadaşları ilerlediler. Mevlüt pehlivan yorulunca bir başkası onun yerine geçti. Arkadakiler, öndekini takip etti. İşte bu şekilde, az yorgun olan öne geçerek yol aldılar. Keçeci köyüne vardıkları zaman hepsi bitkin hale gelmişti.
Keçeci köyü halkı, Kozlu’dan köylerine ulaşan kişilere fazla itibar etmedi. Çoğunun haberi bile olmadı. Herkes evinde oturuyordu.
Atı getirmeye gidenler hiç beklemediler. Ahırdan, bakımsız kalan, bu yüzden kemikleri görülen ve yürüme gücü kalmayan atı çıkardılar. Üşümesin diye üzerine bir kilim örttüler. Yularından tutup çekerek yola çıktılar. Çıktılar ama atın yürürken bacakları birbirine dolaşmaya başladı. Atın yuları, sahibi Bahri ustanın elindeydi. Bütün gücüyle çekiyordu. Ancak at yürüyemiyordu. İkide bir düşüyor, kalkmaya zorlanıyordu. Bazen de kalkamıyordu. Öldüm diye yatıp uzanıyordu. Bu durumda, kurtarıcıların kimi kuyruğundan, kimi, başından, kimisi de bir başka yerinden tutup kaldırıyordu. Böylece yollarına devam ettiler. Beş yüz metre kadar yol aldılar. Sonunda durum değişti. Zavallı at, kıpırdayamaz bir hale geldi. Artık o bir canlı değildi. İşe yaramaz bir leş halindeydi. Ne Mevlüt pehlivanın gücü, ne de Bahri ustanın gayreti bir fayda sağlamaz oldu. Bütün çabalar boşa gidiyordu. Atı yerinden kaldırmanın ve yürütmenin olanağı kalmadı. Şimdi ne olacaktı? Kurtarıcılar, durup düşündüler. Ne yapacaklarına karar verdiler. Tam bu arada biri bir öneride bulundu.
-Yahu arkadaşlar, yol üzerine bir kilim serelim, at belki de onun üzerinde kara batmadan yürüyebilir. İsterseniz bir deneyelim, dedi.
Arkadaşları bu öneriyi uygun buldular. Gerekli olan kilimi getirmek üzere Bahri ustayı Keçeci köyüne geri gönderdiler.
Bahri Usta, çok geçmeden koca bir kilim alıp geldi. Arkadaşları, kilimi yayaların tek sıra haline gelerek açtıkları yol üzerine serdiler. Atı kaldırıp kilimin üzerine koydular.
-Haydi at, yürü bakalım, dediler.
Kurtarıcılar arasında çok mukallit biri vardı. Ona Yakup oğlu Salih derlerdi. Kilim üzerinde yürütülmeye çalışılan atın önüne geçen Salih kollarını açarak:
-Gel gel, tıpış tıpış gel. Haydi yürü de gel, diye seslendi. Gülmeye gücü kalmayan herkesi güldürdü.
Ne var ki, at Salih’in dediğine de uymadı. Bir adım dahi atamadı. Yığılıp yere yattı.
Peki şimdi ne olacaktı? Herkes birbiriyle bakıştı. Kimi güldü, kimisi de dişlerini öfkeyle gıcırdattı. Ne yapsalar olmuyordu. Durumu kavrayanların bazıları, yavaşça oradan sıvışıp kaçtı. Geride kalanlar, ağaçlardan uygun olan dalları kestiler. Güzel bir sedye yaptılar. Atı sedyenin üzerine yatırdılar. Omuzda taşımaya başladılar. Ancak bu taşıma işi uzun sürmedi. Herkes çok yorulmuştu. Üstelik akşam karanlığı da basmak üzeriydi. Yapılacak tek bir iş kalmıştı. O da atı olduğu gibi bırakıp köye dönmek. Tabi ki bu hareket Çerkesliğe yakışmazdı. En iyisi yardım istemekti. Bunun için Kozlu’ya yönelerek birkaç kez silah attılar. İmdat çağrısı yaptılar. Ne var ki silah sesi Kozlu’ya ulaşmadı. Dolaysıyla yardım isteği sonuçsuz kaldı.
Atı getirmeye gidenleri çoğu köye dönmüştü. Geride kalan kişiler, atı yolda bırakıp dönmek istemediler. Bir süre beklediler. Kendilerine yardım ulaşmayınca, birini köye gönderdiler. Takviye güç ve yiyecek istediler.
O günlerde ben ilkokulun beşinci sınıfında bulunuyordum. Yaşıma göre güçlü ve kuvvetliydim. Yardım isteğini duyunca birkaç arkadaş topladım. Kapı önündeki kızağı söküp parçalara ayırdım. Her birimiz bir parçayı omuzlayıp yola koyulduk. Uzunözü denilen mevkinin Kozlu’ya yakın dönemecine kadar yürüdük. Hiç unutmuyorum, bizi bekleyenlere ulaştığımızda çok yorulmuştuk. Akşamın o karanlığı ve soğuğunda su gibi terlemiştik.
Atı oraya kadar getiren birkaç kişi son derece bitkin ve perişandı. Kıpırdayacak halleri kalmamıştı. Atı bırakıp köye dönmeyi onurlarına yedirememişlerdi. Sedye üzerinde yatan at tir tir titriyordu. Ayaklarını, daha doğrusu hiçbir yerini kendi isteğiyle kıpırdatamıyordu.
Mevlüt pehlivan, bizi görünce biraz olsun sevindi:
-Aferin çocuklar, diye seslendi. Sonra ellerini üfleyerek ısıtmaya çalıştı. “Allah kahretsin böyle atı” diyerek öfkesini ortaya koydu. Sonra uzanıp sırtımdaki çantayı açtı, içinden çıkardığı ekmeğin birazını kendisi aldı. Geri kalanı da arkadaşlarına dağıttı. O sırada ben ve arkadaşlarım, taşıdığımız kızağı monte ettik. Ekmeğini yiyip bitirenler, çalı çırpı kestiler, kızağın üzerine yerleştirdiler. Sonra leş gibi yatan atı kaldırıp kızağın üzerine yatırdılar. Urgan ipiyle bağladılar. Biz de kızağın okunu tutup çeke çeke köye kadar geldik.
Meraklılar ve komşular hep toplanmıştı. Kızağı Abdullah San’ın ahırına doğru çektik. Bundan sonra bize iş düşmedi. Babam, Abdullah San, Salih San, Mahir İzgi, Şükrü Kinay ve diğerleri, atı kaldırıp ahıra götürdüler.
Önceden hazırlanan ahır içindeki gübreyi ortadan açtılar. Ölü halinde bulunan atı oraya koydular. Sonra üzerini örtüp kapattılar. Kapıyı örtüp dışarı çıktılar
Bir gün boyunca kar içinde kalan kişilerin ayakları donma noktasına gelmişti. Bunun böyle olacağını bilen Havva hanım (Hacı Ömer’in annesi), bir kazan mısır çorbası pişirmiş, yeteri kadar ılık su hazırlamıştı. Yoldan gelenler Salih San’ın evinde toplandılar. Havva hanımın pişirdiği mısır çorbasını kaşıklarken ayaklarını da ılık su dolu leğene koymayı ihmal etmediler.
O gece çok az uyudum. Gübre içine gömülen atı merak ettim. Acaba at dirilecek, ayağa kalkacak mıydı? Hep onu düşündüm. Sabah olunca koşarak ahıra gittim. Ne görsem beğenirsiniz? At, dirilmiş boynuna takılan torba içindeki arpayı kıtır kıtır yemiyor mu? Şaşırıp kalmıştım!
Mehmet Çavuş, atına kavuşmuştu. Kim bilir ne kadar sevinmişti? Onu bilemem. Bildiğim şu ki, başta Mevlüt pehlivan olmak üzere çokları bu olaydan sonra hasta oldular. Ayakları yanan Mevlüt pehlivan, ölünceye kadar ayakları ile uğraştı. Bir türlü tedavi ettiremedi.
Geride ne kaldı? Adıgelerin “büyüklere karşı olan saygının gereği olarak” üç saatlik uzaklıkta bulunan bir köyden omuz üzerinde getirdikleri atın öyküsü kaldı.
15.09.2003
Not: Yukarıda anlatılan öykü gerçektir. Tokat ilinin Erbaa kazasına bağlı Kozlu köyünde yaşanan bu olayın kahramanları halen yaşamaktadır.
***
Niyazi Tan
Niyazi Tan, Tokat İlinin Erbaa ilçesine bağlı Kozlu Köyünde 1933 yılında doğdu.
İlköğrenimini kendi köyünde yaptı 1949 yılında Akpınar Köy Enstitüsüne girdi.
Öğretmen Okulu olarak değiştirilen bu okuldan 1955yılın da mezun oldu.
Değişik köy ve şehirlerde görev yaptı Daha sonra Eskişehir Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Ön Lisans’ı bitirdi
Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra emekliye ayrıldı.
BASILMIŞ ESERLERİ:
1- Oyunlarla Okuma Yazma Öğretimi (MEB Basım evi)
2- Çözümleme Metoduyla Cümle Öğretimi
3- Testli Okuma 2
4- Okumayı Seviyorum (10 Kitaptan oluşan bir dizi)
5- Kolay Okuma
6- Öğrenci Fıkraları
7- Karıncanın aklı (Öykü)
8- Evden Kaçan Kız (öykü)
9- Kartal Yuvası (öykü)
10- Köpeğin Dostluğu (Öykü)
11- Balıkçı’nın Oğlu
12- Tan Hece
13- Prenses Setenay
14- Tüm Yönleriyle Atatürk
BASKIYA HAZIR OLAN KİTAPLAR
1- Ses Temelli Cümle Öğretimi
2- Okuma Y. Öğreniyorum
3- Öğrenci Çalışma Kitabı
4- Türkçe I
5- Okuma Yazma Alıştırmaları
6- Tatil Eğlencesi I- II
7- Nasrettin Hoca Fıkraları
8- Öğrencilere Resimli Öykü
9- Gece Gelen Telgraf (Anı)
10- Çerkes Öyküler
11- Çerkes’leri Tanıyalım
12- Çerkes Alfabesi
13- Çocuklara Bilmeceler
14- Çocuklara Tekerleme
15- Okuma Yazmaya Başlama
16- Unutamadığım Anılar