Olaylar… Yorumlar…

0
431

Cumartesi Anneleri

Elleri öpülesi insanlar. Türkiye toplumunun önünde eğilmekten geri durmaması gereken insanlar. Neden mi? Taleplerine sağır devlet ama “gözaltında kaybetme yöntemi” büyük ölçüde terk edildi onlar sayesinde. Yani kendilerinden çok bize faydaları dokundu. Gözaltında kaybolmamızı engellemiş oldular.
‘Cumartesi Anneleri’nin simgeleşen bir ismi idi Berfo Ana. Dönemin başbakanı Erdoğan ile de görüşmüştü. “Tek dileğim ölmeden oğlumun mezarını görebilmek” demişti. Sadece bu. Ölümü hissedince de “Beni çocuğumun kemiği bulunmadan defnetmeyin, mezara gömmeyin” diye vasiyette bulunmuştu. Bazı anlar samimiyet testi olarak görülmeli. Erdoğan’ın ve 12 yıllık iktidarının sınıfta kaldığı binlerce samimiyet testinden biri de budur.
Dile kolay… 500 hafta. Talepleri çok basit: Bir daha kimse gözaltında kaybolmasın, Kayıpların akıbeti açıklansın, Kaybedenler yargılansın. Sınırlı sayıda aile yakınlarının akıbetini öğrenebildi, çoğu için bu gerçekleşmedi.

Yolsuzluk

Murat Belge der ki: “Savcılık takipsizlik kararı vermiş, 17 Aralık adıyla anmaya alıştığımız bütün olay, yok hükmüne geçmiş. Bundan sonra bir de yasal değişiklik yapılabilir; 17 Aralık tarihi takvimden silinir. 16’sından 18’ine zıplarız, olur biter.”
Nasıl da becerdiler? Üstelik dönemin Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar itiraf etmişken; “O dedi, ben yaptım”, hani şu “kupon arazilere” dair. Üstelik itirafın yanısıra istifa etmişken. Önce doğruyu yaptı, vicdanının sesini dinledi muhtemelen, sonra “ikna edildi”. Nasıl bir yol-yöntem bulunduysa artık. Okumak zor olmasa gerek.
Önce iyi geçin devletin kurumları ile. ‘AB süreci’ de, nasılsa adımlar atılmış ve demokrasiye aç bir ülke ve kamu var, ‘demokratikleşeceğiz’ de… Sonra iktidarını sağlama alınca, giderek devlete hakim olunca el salla demokrasiye. Muhalefet hep dayakla, hapisle, işkenceyle cezalandırıldı, susturuldu bu ülkede, sen de aynen öyle yap. Hele şu son güvenlik paketi. Hepimiz, herhangi bir an “makul şüpheli” olabiliriz. Yani artık “adalet bir gün herkese gerekir” lafını değiştiriyoruz.
Yolsuzluk; kabullenmek, kanıksamak ne kötü. ‘Olsun, herkes yaptı, bunlar çalışıyor hiç olmazsa’ demek. Bunu diyemeyip görmezden gelmek… Ne kötü? Nasıl geldik buraya?

Saflar netleştirildi

Kutuplaştırdı, kutuplaştırıyor iktidar. Özellikle körükleyerek tahkim ediyor kendine destek verenleri. Oy vermeyenler, eleştirenler, demokratikleşme illüzyonu ile önce destek veren sonra ‘yetmez ama hayır’ demeye başlayanlar, velhasıl tümü ‘öteki’ artık. İşin üzücü yanı şu ki, bugüne kadar olmayan bir biçimde hemen herkes bu durumdan payını alıyor. Oy veren vermeyen ayrımında, arkadaş – dost faslı kırılganlaşmaya, sohbetler diyalogdan monoloğa dönmeye başlıyor. Eleştiri ve öz-eleştiriler karşılıklı suçlamaya dönüyor; normal ses tonu ile konuşulamaz oluyor. Asıl üzücü olan da Erdoğangillerin tahammülsüzlüğünün oy verenlerine de yansımış hali. Bir ara Bahçeli demişti “ya sev, ya terk et”. Buna yakın ifadeler kullanılıyor satır aralarında, cümle aralarında. İyi gidiş değil bu.
Kız ve erkek öğrenciler
İstanbul, Esenler, Akşemsettin İmam Hatip Lisesi. Efendim, velilerle, öğrencilerle görüşülmüş, “İslam ahlakı” gerekçesi ile kız ve erkek öğrenciler ayrı saatlerde eğitim görecekmiş. “Erkek öğrencilerin kız öğrenciler için kavga etmesinin engellenmesi” amaçlanıyormuş diğer yandan. Pilot uygulama mıdır? Gerisi gelir mi? Nedir gerçek amaç?

Yeşil mi?

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, bir kentte kişi başına düşen yeşil alan en az 9 m² olmalı. En az, hani fazlasından zarar gelmez. Dikine –yüksek binalarda- yaşamın insana uygun olmadığını düşünenlerdenim. İmar durumu/emsal belirlenirken, binada yaşayacak insan başına düşecek m² ile sınırlanan bir değer olması gereğini savunurum. Kent için varmış böyle bir değer, belki bina ve bahçesi, site ve bahçesi için de vardır. Belki de aynı değerdir. Başka bir bilgi daha; gelişmiş ülkelerde kişi başına yeşil alan 20 9 m² civarında imiş. Temel kriter kentte yaşayanların en fazla 15 dak. mesafede bir yeşil alana ulaşabilmesi. İstanbul’da durum nedir? Kişi başına yeşil alan 2-3 m². Bazı semtlerde daha da düşük.
Gezi olayları, Validebağ korusu, 3. Boğaz köprüsü… daha bir dizi yeşil alana dair hassasiyetlere karşı iktidarın tavrını net biliyoruz. Fazla yoruma gerek yok.

3. Köprü

Hayır, isminden değil gereksizliğinden söz edeceğim. Gerekçe; ağır vasıtaları İstanbul trafiğine sokmamak vb. Çok daha ekonomik, çok daha hızlı, çok daha pratik ve tabi ki çok daha çevreci yönetimi var. Yol hazır, hafriyat, bakım-tutum gerektirmiyor; su. Yatırım kısmı ise liman ve gemi yapmaktan ibaret ki Türkiye’nin navlun giderlerine ve deniz yolunun toplam taşımacılık içindeki payına (İstanbul iki yarımada ve denizyolunun ulaşım payı sadece %5) göz atılırsa, herkes bunun zaten olması gereken bir yatırım olduğunu söyler.
Denizi engel gibi görüp üzerine köprüler inşa etmek yerine ondan bir ulaşım yolu olarak yararlanmayı denemeli. Köprü ve çevresinde oluşacak rant, vahşi kapitalizmin doğal bir sonucu. Belediye Başkanı iken “3. Köprü intihardır” demişti Erdoğan, Başbakanlığında bu lafı edilmemiş sayıldı.

Rojawa

İktidarın özellikle görünmesini istemediği şeyler var. İşte bunların dışında herşeyin söylendiği Rojawa’da, nelerin yaşamın bir parçası haline getirildiğini iyi ki yazdı Fehim Taştekin. Demokrasiden, çözümden söz ederken anadili pazarlık masasında tutanların, Rojawa’daki uygulamanın bilinmemesini istemesi çok doğal. Halkın kendi inisiyatifini kullanması durumunda neler olabildiğinin örneği endişelendirir iktidarı. Kürdü, Türkmeni, Çeçeni, Süryanisi eşitlik temelinde kendi yönetimini kuruyor, hem de kimliklerini net ifade ederek. Evrensel, temel demokrasi tartışılmıyor, direk uygulanıyor. Asıl korku bu işte.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz