Demokrasi ve Hürriyet
Dr.Vasfi GÜSAR
Demokrasinin en mühim davalarından biri fertlerin, şahısların hürriyetini sağlayıp korumaktır. Demokrasi çoğunluğa dayanmaktan ziyade ve hatta çoğunluğa karşı azınlığı ve fertleri himaye eden bir rejimdir.
Diktatörlük, istibdat devirleri hiç bir zaman ferdin hürriyetini korumamış daima azınlığı çokluğa veya çokluğu azınlığa hakim kılmış ve bu suretle istibdat idaresini kurmuştur. Diktatörlük, şeflik devirlerinde Demokrasi, tabiatiyle lâftan, hayalden ileri gidemezdi. Bizde de inkılaplar, istihaleler hep sathi geçmiş halkın iç tabakalarına, hatta şehirlerin tamamına nufuz edememiş bir cilâ olmuş, bir bulut gibi gelip geçmiştir.
Bütün tarih boyunca memleketimizde muhtelif partilerin memleketin iyiliği için en temiz niyetlerle çalıştıklarını iddia ettikleri devirlerde dahi hürriyet ve demokrasinin mevcut bulunduğunu iddia etmek kabil değildir. Demokrasi halkın kendi kendini idaresi diye tarif edilen bir idare şekli olduğuna göre, insanlara hürriyet ve saadet sağlayan bir rejimdir.
Bilindiği gibi devlet hakimiyet şekilleri monarşi ve cumhuriyet diye ikiye ayrılır. Monarşide hakimiyet tek şahısta, cumhuriyet devrinde hakimiyetin sahibi birden fazla şahıstadır. Cumhuriyet idarelerinde devlet, birçok şahısların idaresinde olduğuna göre monarşi idareye nazaran daha mütekâmil bir idare şeklidir.
Cumhuriyet idareleri hakimiyetetesahüp eden şahısların mahiyetlerine nazaran ya aristokratik veya demokratik olarak iki şekil gösterir:
Aristokratik devlette muayyen ve asil bir sınıf veya servet, bilgi, yaş gibi çeşitli sebeplere dayanan bir idare olduğu halde, demokraside muayyen bir sınıf ve saire yoktur. Ve doğrudan doğruya halkın hakimiyeti esasına istinat eder. Yani demokraside hakimiyeti elinde tutan millettir, halktır. Demokraside halk milletvekillerivasıtasiyle temsil edilir. Doğrudan doğruya talk tarafından intihap edilen bir meclisi, veya Millet Meclisiyle beraber bir kısmı hükümet ve devlet başkanı tarafından seçilen birde Ayan Meclisi bulunur. Her iki meclisin vazifesi kanunlarla tesbit edilmiştir. Fakat asıl temsil Millet Meclisi’ne aiddir.
İnsanların doğuşlarında bazı dokunulmaz haklara sahip oldukları bütün medeni dünyaca kabul edilmiştir. Bunda, ferdin topluluğa, azlığın çoğunluğa, zaifin kuvvetli olana karşı savunması fikri büyük rol oynamıştır.
Hürriyet ve Demokrasi, devletlerde, medenî milletlerde her şeyden üstün tutulmuş kudsi bir varlık olarak tanınmıştır. Hatta hürriyet; demokrasidende daha önemli telâkki edilmiş ve hürriyetle demokrasinin ayrı ayrı şeyler olmadığı tebarüzettirilmiş ve devletler; teşkilâtı esasiye kanunlarına koydukları maddelerle bunu teyit etmişlerdir. Hatta Amerikalı hakimler tesadüfi olarak iş başına gelen bazı hükümetler tarafından memlekette tatbikına kalkınacak ve yeltenecek antidemokratik kanunlara karşı memlekette hürriyet ve demokrasinin korunması için; konacak kanunların Anayasa’ya uygun olmasını mahkemelerin kontrol etmesini teyide çalışmışlar ve muvaffakta olmuşlardır.
Devlet bir gaye olmayıp bilâkis devlet; teşkilâtiyle halkın ve sosyal teşekküllerin münasebetlerinin tanziminde vasıta olduğuna göre insanların hürriyet, saadet ve refahını temin etmekle mükellef telâkki edilmelidir.
Hür insan olmanın en mühim vasfı; düşünme yani fikir hürriyeti, söylemek ve yazmak hürriyetleri olduğuna göre bu üç faktörü insan haklarının başında telâkki etmek icab eder.
Fikir hürriyeti şuurun bir hakkıdır. Hareketsizdir, hafidir, saklıdır. Fikirler; insanlar için vefakâr bir dosttur. Bunu tesbit için ne televizyon kâr eder nede hassa bir alet keşif edilememiştir. Fikir hürriyetinden asıl maksat fikrin yayınlanmasıdır. Totaliter hükümetlerce asıl korkuda bu fikrin sözle veya yazıyla meydana çıkması ve neşir edilmesidir. Korkutanda budur. Yoksa yalnız fikrin hürriyeti bir şey ifade etmez. Fikir hürriyeti hiç bir korku ve endişeye yer olmaksızın mukaddes olan düşünme hakkıdır. Bir insan duyar, düşünür yazmak ister; yazamaz, bu insanın ne kadar ızdırapçektiğini düşünmelidir. Izdırap çeken bu bedbahtın hem eline kelepçe vurulmuş hemde ağzına fermuar takılmıştır. İnsanlık ve vatan tabiatiyle daha üzüntü içindedir. Bu öyle bir baskıki insanlığa da bir sui kasıttır. Hür vicdanlara karşı bir cinayettir.
Hür, fakat aksak fikirlere karşı gösterilecek en kuvvetli silâh yine fikir silâhıdır. Metin, sağlam, doğru fikirlerin yaşaması ne kadar tabii ise çürük ve aykırı fikirlerin yok edilmesi de yine fikir hürriyeti ile olur. Sağlam fikirler silâhla ve işkenceyle yok edilemezler. Fakat boş ve sakat fikirlerin devamı nihayet gün, saat ve dakika meselesidir. Tenkitlerle boş fikirler yok olur ve realiteye uygun olanlar muzaffer olur. Bundan dolayı unutmamalıdır ki demokratik idare sistemi rejimlerin en gücüdür. Demokratik idarelerde hükümet, siyasi partiler kendi arzulariyle hareket edemezler. Hükümetler ve bu hükümeti idare eden diplomatlar, idareciler elden geldiği kadar pek fazla tahammüllü, çok soğukkanlı olmalıdırlar. Demokraside halk hükümete muvakkat bir zaman için kendi işini emanet etmiştir. Bu, halkın çoğunluğunun arzusiyle ve onların itimadile iş başına gelen hükümet bir kayde tabi olmaksızın iş görmesi demek değildir.
Millet bu gün bir partiye, yarın başka bir partiye itimad ederek destekler. Demokraside hür vatandaşlara serbest intihap hakkı verildiğine göre bunu her zaman beklemek ve düşünmek gereklidir. Halk zemin ve zamana göre fikrini değiştirebilir. Son İngiltere intihabı bunun en güzel misalini vermiştir. Harbi kazanan Çörçil hükümeti olduğu halde harbin akebinde halk reyini İşçi Partisine vermek suretiyle fikir hürriyetinin bir nümunesini göstermiştir. Demokraside bu gün halkın alkışlayarak iş başına getirdiği hükümeti ikinci intihap devresinde hayal sukutuna uğratabilir.Totaliter hükümetlerde bu bahis mevzuu değildir. Eğer politika adamları; bu idare şekillerine, halkın değişen temayüllerine, arzularına uymaz veya uymak istemezlerse böyle idarelerde zorluklara sertlikle mukabele ederlerse rejim pek kolay olarak diktatörlüğe ve istibdada doğru gider.
Vatandaşların hak ve hürriyetlerinin gelişmesine karşı gelmek demokrat hükümetlerin akıllarından geçmemek gereklidir. İnsanların hür doğduklarını, hürriyetin pek nazik olduğunu bu dava ile oynamanın demokraside pek tehlikeli olduğunu daima hatırlamak lâzımdır. Hürriyet terbiyesi ileri cemiyetlerde olgunlaşmış milletlerde; demokrasi daha normal isede demokrasiye yeni intibak etmeğe başlamış milletlerde bazı krizler geçirmek pek tabiidir. Bunları önleyecek en mühim vasıta kültür seviyesinin yükselmesi ve hükümetin çoğunlukla beraber azınlığada ayni muamelede bulunması, tehammül etmesi, itidali elden bırakmamasıdır. Demokraside hürriyet; rejimin ana direğidir. Demokraside en çok sevilen şey hürriyettir. Totaliter sistemler hürriyetsizdir. Hürriyet korkutmaz sever ve sevindirir, hatta bu yüzden hürriyeti, daima güzel bir kadın şeklinde temsil ederler.
Demokrasi devrinde devletler insanların, ferdlerin haklarına ve hüriyetlerine gerekli ehemmiyeti vermekle beraber ahdende bunu teyit etmişler ve insanların mukaddes tanıdıkları hürriyetlerini sağlamak için elden gelen gayreti beraberce fiiliyat sahasına dökmüşlerdir.
Amerika’da San Fransisko şehrinde toplanan ve bizim devletimizin de iştirak ettiği konferansta kararlaştırdıkları ve Birleşmiş Milletler’in ilân ettikleri 10/Aralık/1948 tarihli İnsan Hakları Beyannamesi bunun açık bir teminatıdır. Bu beyannamede insan haklarına ve ana hürriyetlerine bütün dünyaca saygı gösterilmesinin temini üye devletlerin teahhüt altına almış olduğu yazılıdır.
Ayrıca 28/Aralık/1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ninmukaddemesinde de Avrupa Konseyine girmiş devletlerin insan haklariyle temel hürriyetlerin, adaletin dünya sulhünün temelini teşkil ettiği belirtilmiştir.
Türkiye’nin, gerek Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın ve gerek Avrupa Konseyi’nin bir üyesi olmak sıfatiyle bu beyanname ve sözleşmelere katılması suretiyle insanlığa ve dünya sulhuna hizmeti şiar edinmesi insanlık tarihinde takdire değer bir hareket olmakla kalmamış Türkün asil ve necip hislerinin birer ifadesi de olmuştur.
TDK sözlüğünden:
İstihale: Biçim değiştirme, başkalaşma
Sathi: Yüzeysel
Mütekâmil: Olgunlaşmış, gelişmiş
Tesahüp: Benimseme, sahip çıkma
İntihap: Seçma, seçim
Tebarüz: Belirme, görünme
Mükellef: Yükümlü, eksiksiz – özenli bir biçimde yapılmış
Telâkki: Anlayış, kabul etme, sayma
Hafi: Gizli, saklı
Kafkasya’da eski ticaret yolları
Ahmet Canbek Havjoko
Her yerde olduğu gibi Kafkasya’da da kara ticareti, deniz ve nehir ticaretinden daha evvel başlamıştır. Kafkasya yoliyle Asya’dan Avrupa’ya ve Avrupa’dan Asya’ya ticaret kervanları geçerdi. Deniz yollarının keşfinden daha evvelki asırlara ait Kafkasya madeni mamulâtının birçok memleketlerde yer altından meydana çıkarılması, Kafkasya’nın diğer memleketlerle çok eski zamanlardan beri kara ticareti yaptığını isbat eder. Kafkasya menşeli madeni mamulâtın nümuneleri asari atika kazıcıları tarafından yalnız küçük Asya’da değil, Avrupa memleketlerinde hattâ Ural’da ve Ural arkasındaki ülkelerde dahi meydan çıkarılmıştır.
Bununlar beraber tarihi devirlerde Kafkasya’da kara, nehir ve deniz yolları gibi ticaret münasebetlerinin hepsi hakkında malûmat mevcuttu. Umumiyetle bu kara, nehir ve deniz yollarının her üçünden de istifade edilmekte idi. Başlıca ticaret yolu, her zaman olduğu gibi yine Karadeniz’den ibaret olarak kalmıştır.
Eski Roma bilgiçlerinden Plinius’un sözlerinden, Argonaut’lar (Argo gemisiyle Kafkasya’ki altın postu almaya giden Yunan kahramanları) zamanına kadar Karadeniz’de, bilhassa Marmara ve Boğaziçi ahalisinin seyrüsefer yaptıkları anlaşılıyor. Hakiki bir ile iki defa olarak Karadeniz’e açılan, Argonaut kahramanlarından Yazon olmuştur. Şu kadar var ki ancak Kafkasya sahillerinde (MÖ. VI. – VIII. asırlarda) Yunan müstemlikeleri (koloni) tesis edildikten sonradır ki, Karadeniz mühim su yolarından biri halini aldı. O zamandan itibaren Karadeniz’i Doğu memleketleriyle bağlayan bir başka ticaret yolları da meydana geldi. Bu ticaret yollarından en çok kullanılanı, Avrupa’dan Hindistan’a giden yol adını verebileceğimiz ana hatır. Bu yol, Karadeniz’den gelen Yunan gemilerinin Kafkasya’ya yaklaştığı Rion nehri mansabından başlardı. Oradan ticaret malları kayıklarla Rion ve Kvirili nehirleri tarikile Şarapana’ya sevkolunurdu. Yunan coğrafya âlimi Strabon’un rivayetine göre Şarapana o zamanlar hem şehir, hem de müstahkem bir kale imiş ve mallar kara yoluyla Kura nehrine kadar buradan nakil olunurmuş. Hatta Strabon Şuran dağlarından aşan bu kara yolundan Kura nehrine beş günde gidildiğini bildiriyor. Kura nehrinden itibaren yine kayalıklarla Hazer denizine, oradan da Oxus (Amuderya) Bakterya (Belh) yoliyle Hindistan’a varılırdı.(1)
Ayrıca Uzak Şark’a giden bir kolu daha olması lâzım gelen bu Hindistan yolu, yalnız Avrupa’dan Asya’ya değil, Asya’dan Avrupa’ya da mal ihraç edilmesine yarıyordu. Plinius, Romalıların Şarapana’daki ticaretlerinden yüzde yüz nisbetinde fayda temin edildiğinden bahsettikten sonra, bu ticaret yüzünden Roma’da; altının son derece azaldığını da ilâve etmektedir. Onun verdiği malûmata göre her yıl Şarapana’ya yüz milyon altın (sestler) gönderiyormuş ki bundan da Roma dış ticaretinin ihracatın ithalâttan az bulunmasiyle passif ve açık olduğu mânasını çıkarabiliriz.
Ayrıca Kuzey kafkasya’da muhtelif su ve kara ana yolları kuzeye doğru da uzanıyor. Bu yollar da Hindistan’a ve Uzak Şark’a gitmekle beraber daha ziyade kuzey memleketleriyle ticaret münasebetlerini temin ediyordu. Bu yolların Taman yarımadasiyle Don nehri mansabındaki Tanais’den ibaret olan deniz sahillerindeki ilk başlangıç bölgesini Yunan kolonileri teşkil ederlerdi. Ticaret malları, Kuban ve Don nehirleri veya kara yollariyle Volga’ya, Dinyeper’e ve daha kuzeylere sevkolunmakta idi. Don nehri ise Maniç, Kuma nehirleri ve gölleri şebekesiyle Hazer deniziyle birleşirdi.
Hazer denizine çıktıktan sonra ticaret malları, yukarda izah edilen Kura-Hazer-Oxus üzerinden doğuya doğru yollarına devam ederdi. Bu ticaret yollarından kuzeydeki ana hattın ehemmiyeti, güneydekine nisbeten daha büyüktü. Bu itibarla İtalyan kolonistleri ve Altın Ordu devirlerinde dahi bu yolun kendi ehemmiyetini muhafaza etmiş olması hiç de gayri tabiî görülmemelidir.
Bu iki esas harici ticaret yolu, kara ve su, Kafkasya’yı kuzeyden güneye ve güneyden kuzeye doğru ayıran dahili kara ticaret yolile tamamlanırdı. Bu yollardan biri büyük Kafkas dağ silsilesi ortasındaki Daryal geçidinden, diğeri de Hazer denizi sahili boyunca Derbet’ten geçerdi. Karadeniz sahili dağlık ve karadan geçilmesi zor olduğu için mühim bir rol oynayamıyordu. Güneyden kuzeye ve kuzeyden güneye giden bu iki ana hat, Kafkasya’nın en eski kara ticaret yollarını teşkil ediyordu. Henüz yelkenli gemiler icat edilmediği zamanlarda ticarî münasebet bu yollar vasıtasiyle temin edilmekte idi. Hariçte deniz ticaret yollarının keşfinden sonra dahi, kara yollarını deniz yollarına tercih eden tüccarlar sayesinde bu yollar ehemmiyetlerini yine kaybetmemişlerdir. Batı tüccarlar Kafkasya’da görünmeye bağladığı zamanlar, bu kara ticaret yolları hususî bir ehemmiyet kazandılar. Bu da kervancılığın şarklılara mahsus olup bilhassa Araplar tarafından ihdas edilmiş olmasiyle izah olunmaktadır. Bu sebepledir ki Kafkasya’daki kervan yolları hakkında en mükemmel tasvirleri Arap muharrirlerinde buluruz. Hazer denizi sahilini takip eden Arap tüccarları, Hazer devletinin payitahtı olan ve Volga sahilinde bulunan İtil şeh-rine ve oradan da Volga sahili ile Türk- Bulgar devletinin topraklarına kadar gi-derlerdi. Bu tüccarlar aynı yollardan geçerek Karadeniz, Dinyeper nehrine hatta Baltık denizine ve Skandinavya’ya kadar varırlardı. Kuzey Kafkasya yoliyle Karadeniz sahillerine giden kervan yollarından bahseden Mesudi bu yolun en kısa ve en emin bir yol olduğunu ve ayni zamanda medenî halkla meskûn bir topraktan geçtiğini kaydetmektedir.
Yukarda bahsi geçen baş yollardan başka mahalli ehemmiyeti haiz birçok diğer yollar da vardır. Bugünkü Abhazya dahilinde olup Yunanlılara ait mühim bir ticaret merkezi olan Dioskuria’dan Kafkasya dağları üzerinden kuzeye bu yol giderdi. Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Kuzeykafkasya ticaret merkezleri, mahallî yollar vasıtasiyle birbirine bağlanmışlardı. İç Kafkasya yollarının ekserisi yalnız yüklü hayvanların geçmesine elverişli idi. Düz yerlerde ise ancak yağmursuz ve kuru mevsimlerde araba nakliyatına imkân verirdi. Onun için, Ermeni müverrihi Papas Magaki’nin rivayetleri bizi hayrete düşürmemelidir. Bu müverrihe göre Moğollar Kafkasya’yı zaptettikten sonra Gürcistan, Ermenistan ve Azarbeycan halkını (Araba ile rahat geçebilmek için) dağları ve tepeleri yıktırıp düzeltmeye mecbur etmişler-dir.(2)
(1) A. Eritsoy – İstoriçeskiy ocerk torgolıh putey soobşeniya v drevnem Zakafkazii (Sborniksvedeniy o Kafkazye II, Tiflis 1871)
(2) Monah Magaki-İstorya Naşestviya strelometateley. St. Petersburg 1870
Asari atika: Antika
Tarik: Yol