“Rüzgârdan sonra yağmur, savaştan sonra ağıt gelir”
Temruko yanındakilere, “Arkadaşlar Allaha şükür köy halkımız yaşıyor. Ömrü savaşlarda geçmiş bilge thamademiz Muhamtal’ın onları kimsenin bilmediği emniyetli bir yerde sakladığını düşünüyorum. İçinizde en ufak bir endişe olmasın. Yaşlı kurt çok tecrübelidir. Bu dağları avucunun içi gibi bilir. Şimdi asıl mesele biz onları nerede bulacağız?” dedi.
Tam bu sırada savaşçılardan biri eliyle köyün kuzeyindeki yamacın patika yolunu göstererek, “Bakın bir atlı geliyor” diye heyecanla bağırdı.
Hanapşkoların küçük oğlu Yelmız tozu dumana katarak atını yıldırım hızıyla savaşçılara doğru sürdü. Yanlarına yetişince atını kazıklatarak hemen aşağı atladı. Küçük çocuk yorgun savaşçılara, “Merak etmeyin hepimiz çok iyiyiz. Beni yaşlılarımız gözcü olarak gönderdiler. Muhamtal köy halkını Mezışha’nın yukarı kısmında bir mağaraya götürdü. Sizi bekliyorlar” dedi.
Bu güzel haber savaşçıların daralmış kalplerini biraz daha rahatlattı. Aralarında küçük çocuğu sevincinden kucaklayanlar dahi oldu. Savaşçıların arasında ağabeyi Beçkan’ı göremeyince bu kez endişe sırası küçük çocuğa gelmişti. Bir anda yeşil gözleri göz çukurunda kayboldu, kaşı ile kirpikleri birleşip düzleşti. “Bekçan nerede?” diye sordu.
Savaşçıların yüzlerine yansıyan kısacık sevinç, daha kalplerine yetişmemişti ki hüzün bu sefer yüreklerinden yüzlerine doğru yol almaya başladı. Hepsi başını öne eğdi. Temruko dizlerinin üzerine çöktü, çocuğu kollarından tuttu ve gözlerinin içine bakarak, “Beçkan öyle kahramanca savaştı ki, gökte bizi izleyen atalarımız böyle bir yiğide bizim sizden çok ihtiyacımız var deyip onu yanlarına aldılar” dedi.
Küçük çocuk hiçbir şey söylemedi, dudakları büzüştü, yumuk gözlerinden süzülen iki damla gözyaşı pembe yanaklarından kaydı ve şakaklarına doğru süzüldü. Yüreği kabaran küçük çocuk yutkunarak,
“Büyüklerimiz gelirlerken taşıyabilecekleri kadar eşya ve erzakları evlerden alıp getirsinler dedi” diyebildi.
Mağarada vakit gece yarısını geçtiği halde, çocuklar hariç hiç kimse daha uyumamıştı. İçlerini saran bunca sıkıntıları varken uyumak mümkün değildi zaten. İhtiyarlar bir köşede sessizce oturuyor, kimi tütün sarıyor, kimi elindeki bir dal parçası ile önündeki külü karıştırıyor, kimisi de sakallarını ovuşturup duruyordu. Kadınlar ellerini alınlarına dayamış, sessizce bekleşiyorlardı. Gelinler ayrı bir köşede oturmuş, kimisi kucağında uyuyan yavrusunun yüzünde kocasını görür gibi sevgiyle bakıyor, kimisi en mutlu günlerini anımsamaya çalışıyordu. Xonago’lerin dul gelini Mıslımet’te mağaranın bir köşesinde herkese arkasını dönmüş yavrusunu emziriyordu. Genç kızlar da gelinlerin etrafına dizilmiş derin düşüncelere dalmışlardı. Geride bıraktıkları evlerini, ocaklarını kimse düşünmüyor, kimi oğlunu, kimi kocasını, kimi torununu, kimi ağabeyini, kimisi de yavuklusunu merak edip duruyordu. İçerisi uçan bir sineğin kanat sesi duyulabilecek kadar sessizliğe bürünmüştü. Hepsi sessizce bekleşiyordu ama içlerinde ne feryatlar kopuyor, neler konuşuyorlardı kim bilir. Birkaç dakika sonra dışarıdan at kişneme sesleri gelmeye başlayınca, hepsi birbirlerine şaşkın şaşkın bakmaya başladı. Yelmız’ın sesi mağara kapsından duyuldu.
-Geldiler.
Kadın ve gelinlerin yürekleri ağızlarından çıkacak gibi oldu, bazıları kapıya doğru gitmeye bile cesaret edemedi. İhtiyarlar en önde hepsi dışarı çıktılar. 21 aslan göndermişlerdi savaşa, oysa geri dönen sadece 9 kişiydi. Yanlarında biri yaralı iki Aşıwhable’li delikanlı da vardı. Karanlıkta gözler hep birbirini aradı. Şanslı gözler aradığını buldu ama büyük bir çoğunluğunun gözlerindeki ışık yavaş yavaş sönüp gecenin karanlığına karışıp kayboldu. Geri dönebilenlerin aileleri sadece sessizce sarıldılar beklediklerine. Yaşlı çınar Muhamtal yüreği torunu Doleçeriy için paramparça olmasına rağmen dimdik ayakta duruyordu. Her acı başka bir acının habercisi gibi bir türlü yakalarını bırakmıyordu. Büyük bir yılanın dişleri arasında kalmış bu insanların zehir sancılarını anlatmak ve acılarını tarif etmeye çalışmak; bu hazin olayı yaşamamış bir insan için beyhude bir uğraştan başka bir şey olamazdı. Şimdi, “Rüzgârdan sonra yağmur, savaştan sonra ağıt gelir” (Jıbğe wujır wuáye, zawo wujır hadağe) dedikleri gibi ağıt zamanıydı. Mağaranın içinde bir köşede yanan ateş, yürekleri kavrulan bu acılı insanlara eşlik ederek o da takatsiz bir aydınlık saçıyordu etrafına. Bir müddet sonra ateşin etrafında oturan herkes, hep bir ağızdan acıklı ölüm ağıtları söylemeye başladı. Yaşlı Mole İbrahim insanın ruhunu paramparça eden tiz sesiyle diğerlerinden biraz daha yüksek sesle söylüyor, diğerleri de ona eşlik ediyordu. Yürekleri dağlayan ağıtlar bittikten sonra hepsi ellerini havaya açtı ve Mole İbrahim dua etmeye başladı.
-Ey verdiğin nimetlerle içimizde bahar dirilişi uyandıran, harmanımızı kendi gözyaşlarıyla bereketlendiren Allah’ım; acı, hüzün, gözyaşı, ümit ve korku içinde yaşadığımız bu çileli günlerimize bir son ver. Çift sürdüğümüz ve sevgi tohumları ektiğimiz topraklarımızı bizlere bağışla. Vatanımıza göz diken düşmanlarımızı helak et. Ölüm düşmanlarımızın, övgü yiğitlerimizin olsun. Şehitlerimizden mağfiret ve şefaatini esirgeme. İçimizde katmerleşen acılarımızı kalbimiz taşıyamıyor artık, yorgun ve yaralı bedenlerimize güç-kuvvet ver. Bizleri tekrar yağız atlarımıza bindir. Ocağımız son alevini yitirmeden bizlere yardım et.”
Rus birliğinin peşine düşen Nawruz ise atını durmadan aşkının arkasından sürüyordu. Geride yaşlı annesini ve iki kız kardeşini bırakmıştı. Onları bir daha görebilecek miydi? Nebzıf’ı kurtarabilecek miydi? Onu kurtarsa bile Nebzıf kendisi ile evlenecek miydi? Doleçeriy’in savaşta öldüğünü ona nasıl anlatacaktı? Herkesten gizlediği sırrını yüreğinde taşıyabilecek miydi? Ardı arkası kesilmeyen sorular bıçak gibi kalbine saplanıyordu. Aşkı için yaptıklarını ve nelerden vazgeçtiğini düşündükçe yüreği bin parçaya bölünüyor, vicdanın sesi ile kalbindeki aşk ateşi arasında gel-gitler yaşıyordu. Adıge diyarında cesareti ve yiğitliği ile anılan bu cengâver yaşamı boyunca ailesinin şerefini yükselmiş, halkı için en ön saflarda kahramanca savaşmıştı. Üstelik yaratıcı kendisine oldukça cömert davranmış bir erkeğe verebileceği bütün fiziksel güzellikleri bahşetmişti. Bir Adıge delikanlısı olarak parmakla gösterilen, girdiği her badireden onuruyla galip ayrılmış bir insandı. Ya şimdi, boynuna bir idam mahkûmunun yağlı ipi gibi şehvet illeti sarılmıştı. Şehvet illetinin ateşine sarılıp insanlığını kaybeden, özünden uzaklaşan kişi kahpe değil midir? Bunca şan ve şeref neye yarar artık. O şimdi nefsine yenik, şeytanla dans eden bir zavallıydı.
Nebzıf’ı götüren Rus birliği bazen dağların yamaçlarındaki küçük patika yollardan, bazen bir ırmağın azgın sularından geçmek zorunda kalıyordu. Esirlerden kimisi kayalardan yuvarlanmış, kimisi geçtikleri ırmağın akıntısına kapılmış kimsenin umurunda değildi. Açlığa ve susuzluğa dayanamayıp dermansız yere yığılan takatsiz esirler bir daha yerden kalkamıyordu. Geçtikleri her yerde gördükleri köylerin hepsi yakılmış, yıkılmış, talan edilmiş bir durumdaydı. Yol boyunca artık bir insan ölüsünün sıcak havada nasıl bir koku yaydığını çok iyi öğrenmişlerdi. Her tarafa yayılan bu kokuya biraz daha yaklaştıklarında gördükleri manzara; Akbabaların deşelediği, binlerce börtü-böceğin yuvalandığı insan cesetleriydi. Tanrının kendisine ayırdığı cennet Çerkes yurdu adeta ölüm tarlalarına dönmüştü. Herkesin tek düşüncesi bu cehennemden biran önce sağ kurtulabilmekti. Günlerce süren bu zorlu yolculuk Thaupse’de son bulduğunda kuşluk vaktiydi.
Thaupse dağların eteğinde, bir dere suyunun denize kavuştuğu, Rus kalelerinden arta kalan taşlarla örülmüş bakımsız kulübelerin denize paralel dizildiği virane küçük bir yerleşim yeriydi. Denize 20-30 metre kadar uzanmış dar yapılı ahşap iskelesi hemen göze çarpıyordu. Her taraf hırpani ve gösterişsiz kıyafetli insanlarla doluydu. Kimileri sahildeki çalıların, kulübelerin veya dört küçük ağaç dalının üzerine serdikleri bezlerin gölgelerinde oturuyor, kimileri aceleyle sağa sola bir şeyler arıyormuşçasına koşuşturuyordu. Rus askerleri sahilden kimsenin ayrılmasına izin vermemek için dağın eteğinde uzunca bir hat olarak dizilmiş yeni gelenleri sahile yönlendiriyor, zaman zaman aşağılayıcı bir tavırla birbirleri ile bağıra-çağıra kahkahalar atarak konuşuyorlardı. Nebzıf’ın da aralarında bulunduğu esir grubu da bu mahşeri kalabalığın arasındaydı artık. Açlık, susuzluk, yorgunluk, hastalık ve ölüm gibi her türlü melanet bulutu çökmüştü yaz sıcağında umut yolcularının üzerine. Nawruz bu hazin tabloyu Thaupse’ye bakan bir tepenin üzerinden uzun uzun seyretti. Sonrada atından inip yaya olarak yaklaştı Rus askerlerinin kuşattığı hatta. Askerler bir savaşçı olduğunu anlarlarsa başına her türlü iş gelebilirdi. Onun için üzerindeki elbiselerini parçalayarak o da hırpani bir görünüşe büründü. Genç olmasına rağmen işe yaramaz bir beden taşıdığı hissi uyandırmak için topallamaya başladı. Planı işe yaradı ve askerlerin kuşattığı koridoru sorunsuz aşarak o da sahildeki kalabalığın arasına karıştı.
(Devam edecek)