Aynı anda çok fazla dinamik yan yana ilerliyor.
Suriye’de ölüm makinaları can almaya doyamıyor. Halkının kafasına varil bombası yağdıran Esad’ın; kafa kesmeyi muhteşem bir yetenekle “İslami” kılıfa sokup, dünya kadar yeni katil namzedini saflarına katmaya devam eden IŞİD’in yarattıkları kabus Türkiye’nin sınırlarını aşıyor.
ÖSO, El Nusra gibi başka örgütlerin yanısıra, düne kadar Esad rejiminin kimlik bile vermediği Suriyeli Kürtler ve onların örgütü PYD de sadece Suriye’nin değil, Ortadoğu’nun aktörü olmuş durumda ve bu örgütün performansı bir çok taşı oynatan bir dinamik oluşturuyor.
Tabii ki, daha başka dinamikler de var. Komplo teorisyenlerinin çok hoşuna gidecek türden, Ortadoğu petrolleri, ABD ve İsrail gibi ülkelerin Ortadoğu üzerindeki gelecek plan ve hayalleri, İran, Nasrallah vb. listeyle birlikte uzayıp gidebilecek bir dinamikler listesi var.
Fiilen artık pek bir anlamı olmayan Sykes-Picot anlaşmasının ürünü olan sınırların iki yanında olup bitenler, nerede iç meselenin, nerede dış meselenin başlayıp bittiği sorusunu anlamsız bırakıyor.
Daha önce bir çok başka örneği olduğu gibi, kendi bedenleriyle birlikte başka bedenleri havaya uçurmayı davaya hizmet olarak benimsemeleri mükemmel bir şekilde başarılmış olan insancıklardan birileri en son marifetlerini Suruç’ta gerçekleştirdiler.
Kapkaranlık bir tezgahın sonunda 32 tane cana kıydılar. Ardından ne kadarı tezgah, ne kadar öfkeli ve “kontrol edilemeyen yerel unsurlar” marifeti olduğunu bilemeyeceğim bir şekilde “polis” cinayetleri işlendi.
“Kaos”
Sınır ötesi ve sınır berisinin karıştığı bu ortamda, Kürtler HDP’ye toptan oy verince bir anda ortalık karıştı. “Halk teoriye uymuyor” diyenler, “kaosu seçti, kendi bilir” diyenlerle birlikte, Kürtler başta olmak üzere, Gezi’den bu yana “yeni bir hayat” özleyenlerin tercihini yansıtan HDP’ye vurmak için her türlü yol denenmeye başladı.
Kaos olacağını gerçekten biliyormuş gibi konuştular aslında. Ya da bugün kaosu vaad ettiklerini çok daha iyi görebiliyoruz.
Savaşın milliyetçi galeyanlara yol açtığı kimse için sır değil. Hele güvensizlik durumlarında, savaş açmak ve hele de kendinden daha zayıf olup, uçak, füze vs. marifetiyle vurulacak olan kolay hedeflerin sahibi düşmanları yenmek inanılmaz parsa getirir.
Sürekli “dış güçler” olarak adlandırdıkları, “paralel” dedikleri insanların arkasında olduğunu iddia ettikleri İsrail, ABD gibi ülkelere bu türden külhanbeylik sökmez çünkü… Ya da sökse bile, böylesine düşmanlar karşısında gösterilecek kahramanlıkların akabinde çok fena kıç üstü oturmak çok yüksek ihtimal dahilindedir; ve tabii ki bu durum pek oy getirmez. Bu yüzden kahramanlığın kolay düşmanlarla, “günah keçileri” ile gösterilmesi -“ne kadar da kahramanmışız tanrım!” diyerek gaza gelen necip millet fertlerinin vereceği oy bakımından- çok faydalıdır.
Öte yandan, Amerika’ya Avrupa’ya falan sabah akşam, “Gezi kışkırtıcıları” sıfatıyla örtüşmüş “dış güçler” diye küfredilirken, aniden “dostlarla koalisyon” gibi savaşın büyülü kelimelerinden biri eşliğinde savaş açmak, NATO gibi Batı’nın savaş makinasını toplantıya çağırmak da aslında bölgedeki dinamiklerin de ne kadar içiçe geçtiğini gösterir nitelikte. Yani sürekli “dış güçler”den şikayet muhabbeti yapan Türkiye’nin aslında o dış güçlerle ne kadar da çok içli dışlı olduğunu, hamaset dozunu açığa vuruyor.
Devlet hafızasındaki oyun sermayesi
Sürekli bir kibir eşliğinde, yüksekten bağırıp çağırıp yürütülen politikalar, seçimlerde AKP’ye beklediği kârı getiremedi. Öyle anlaşılıyor ki, AKP, hesapladığı, hayal ettiği pek çok adımı atabilme kapasitesini yitirdi. Ama AKP’nin, en azından halkın bir kısmından koparken sağladığı büyük bir avantaj var: devlet olmak…
Türkiye’de devlet olmak ise, sadece AKP’nin yeteneği ile sınırlı bir dünya değil. Belki de yüzyılların birikimini, alicengiz oyunlarını, komploları hafızasında, sermayesinde barındıran bir devlet bu…
İşte AKP’nin, hükümetteyken bile “iktidar” olamadığı zamanlardan sonra, artık gerçekten “devlet” olduğu bir aşamaya geldik. Kibir eşliğinde, bol hamaset altında topluma hitabeden o devletin hafızası içindeki oyunlar AKP için de kullanılabilir demektir.
Ve öyle anlaşılıyor ki, bu “oyunlar” ya da “taktikler” kullanılıyor. Yani “düşman tarafından sallanan iki bomba”nın yaratacağı etkiler arasında çok önemli birisi var ki, kesinlikle gözden kaçırılmamalı: düşman olarak ilan edilmiş bir odağı gerçekten düşman haline getirmek dünyanın en kolay işlerinden biridir.
Ancak bu oyunların dayandığı çok önemli bir kaynak var…
Savaşla tatmin olanlar
Gazeteci, köşe yazarı etiketleri olan insanlar arasında ne kadar çok devlete, TSK’ya, başkumandan olmak için yanıp tutuşan Erdoğan’a falan gaz ve taktik vermek arasında gidip gelen, Ragıp Duran’ın deyimiyle bir “apoletli medya” sıfatını haiz bir güruh var.
Ve soralım: neden savaşa bu kadar meraklı bir yığın insan var bu memlekette?
Eskişehir’de, tek başına yakaladıkları Ali İsmail Korkmaz’ı ölesiye döverek öldüren katiller, yukarıda sözünü ettiğim ucuz kahramanlık savaşının yansıması olabilir mi acaba? Yoksa Ali İsmail’i öldürebilen ucuz kahramanlar mı yukarılardaki şeflere ilham kaynağı oluyorlar?
Biraz insaniyet sahibi olduğu için gaz sıkamayan polisin ensesine yapışıp “sık ulan sık!” diye bağıran amir polisler de muhtemelen bu denklemin ara katmanları olması lazım…
Ayrıca “basiret timsali” olarak ortalıkta dolaşan Yeni Şafak yazarı İ. Karagülle gibi yazarlar var. “YPG Türkiye’yi rahatsız ederse o da bombalanacaktır” demiş… Biliyor yani… Ya da muhtemelen, sarayın “vurmaya karar veren” ilk halkasında yer aldığı için biliyor herhalde…
Bir de, “ekonomik ilişkiler geliştirmeliyiz” görüntüsü altında fiziksel olarak “hinterland” genişletmek konusunda ders veren “iktisatçı” şahsiyetler var… Sarayın iç avlusunun yazar takımına terfi eden, sadece bir “gerçeği tekrar eden” Cemil Ertem hazrete göre, “Türkiye, tam şimdi Osmanlı’nın çöküşüyle uzaklaştığı dört temel enerji ve pazar alanına yeniden dönmek zorunda” imiş. Yani “zaten misak-ı milli” olan “Kuzey Irak petrol kaynakları”; Akdeniz ve Mezopotamya’yı denetleyen “Halep-Lazkiye iktisadi çevrimi”; “Hazar-Kafkasya petrol kaynaklarının olduğu büyük bölge”; “Akdeniz-Doğu Avrupa alanları” vs. diyerek saydığı coğrafyalara dönemezse, Türkiye’nin büyüyemeyeceğini ilan ediyor.
“İktisadi analiz” yapıyor şahsiyet… Osmanlı’yı kurmak üzere atılacak adımlar arasında sadece “fetih” kelimesini serdetmemiş… Ama Cemil’in mantığı çok açık: ona göre, sadece “bizim çıkarlarımız” söz konusu; dolayısıyla bizden başkası diye bir varlıktan söz etmek mümkün olmadığına göre, sadece bizim çıkarlarımız meşrudur.
Bir de hedefleri vurma konusunda askercilik oynayanların yanısıra, arka planda “muvaffak ve muzaffer eylesin” temennileri ile askeriyenin fallik temsilleriyle içiçe geçenler var…
Bu gidişle TV’lerimizin başına geçip, buz gibi bir havayla ölü insan çetelesi tutacağız ya da tuttuğumuz takımın kaydettiği skorları alkışlamaya başlayacağız.
“Onun” ormanı
Ama son birkaç soru:
Yukarıdaki olaylarla alakası yok gibi görünse de, halkımızın önemli bir kesiminin benzer bir şekilde izlediği yangınlar var memlekette. Cilo dağında, Lice’de manzara seyreder gibi (karşı tarafın ölülerini seyreder gibi) orman yangınları seyrediliyor.
Bu arada savaşçı ve modernleştirmeci seçkinler, Karadeniz’de Yeşil Yol isimli projeyi devreye soktular. Çıkarlar üstün geliyor yani gene… Dolayısıyla iş makinaları girebilir doğayla savaş alanına…
Bir habere göre, Diyarbakır’da polisin kovaladığı 11 yaşındaki Beytullah Aydın 7. kattan düşerek hayatını kaybetti. Polis 11 yaşındaki çocuğu neden bu kadar çok kovalar acaba?
Son soru da şu: İstanbul Karaköy’de yapılan graffiti çalışmasını acaba neden belediye ekipleri gelip siler? Rengarenk bir duvarı neden griye boyar? Neden savaşın rengi olarak gri bu kadar öne çıkar?
Asık suratlı, ciddi, erkek dilli beylerin neden savaşa bu kadar meyilli oldukları da rengarenk bir duvara tahammül edememelerinden anlaşılmıyor mu?