Avutsor’un Taş Duvarları

0
502

Çocukluğumda evimin arka bahçesinde bulduğum, penisi boyundan uzun heykelciğe bir anlam verememiştim. Henüz yedi yaşında, toprak içinde oynayan bir çocuktum. Büyüklere göstermekten utanmış olmalıydım ki saklamayı düşünmedim ve kısa sürede kaybettim.
Üniversite yıllarımda azcık kültürlenmek için karıştırdığım kitaplarda tıpatıp aynı heykelciğin resmi ile karşılaştığımda çocukluğuma geri dönmüştüm. Bu Yunan mitolojisindeki tanrılardan biriydi ve adına Bereket Tanrısı deniyordu.
İyi de bizim evin arka bahçesine kim koymuştu bu koca penisli Eski Yunan tanrısını?
Bizimkiler böyle bir şeye para verip almış ve hatta bedava dahi olsa alıp eve getirmiş olamazlardı. Sadece bizim aile değil 1970’li yılların ortasında böyle bir şeyi edinmek isteyebilecek birilerini düşünmek bile zor olsa da gözlerimle gördüğüm, elime aldığım bir gerçek vardı ortada.
Birileri bu bereket tanrısını oraya bırakmıştı.
Tarih, doğrudan uğraştığım bir alan olmamakla birlikte ortalamanın üstünde bir ilgiye sahip olduğumu söyleyebilirim. Doğal olarak doğup büyüdüğüm coğrafyanın geçmişi daha çok ilgimi çekiyor. Özellikle üniversite yıllarından sonra etrafı daha çok kolaçan etmeye başladım.
Doğduğum kasabanın hemen girişinde, kıyıya yakın bir yerde bulunan küçük kale herkesin malumuydu. Doğu Karadeniz’in her yerinde olduğu gibi (resmi tarih bilgisinden kaynaklı) bizde de geçmişini bilmediğimiz ne varsa mutlaka “gavur yapımı”ydı. Azcık tarih bildiğini zannedenler de işi Cenevizlilere bağlıyordu.
Hal böyle iken, Ardeşen’den Çamlıhemşin’e giderken ilk karşımıza çıkan tarihi kemer köprünün Osmanlılar tarafından inşa edildiğine hükmedildi. Köyü birbirine bağlayan o muhteşem eseri gavurlara ya da Cenevizlilere bağlamak yerine milliyetçi hassasiyetlere daha iyi gelen Osmanlı’ya bağlamak daha akıllıcaydı. Osmanlı, kalkmış Doğu Karadeniz’in ulaşımı neredeyse imkansız bir dağ köyüne kemer köprü yaptırmıştı. Neden olmasın!
Ardeşen – Pazar (Lazca adı Atina) arasında bulunan ve şimdilerde üzerinde blok binaların yükseldiği alanda papaz okulu olduğu söylenen bir yapının kalıntıları on yıl öncesine kadar yerinde duruyordu. 1999 senesinde bizzat inceledim. Geriye, denize nazır üç adet kemer kubbe kalmıştı. Papaz okulu olduğu söylenen yapının taşlarından uzun bahçe duvarları örülmüştü. Tesadüfen karşılaştığımız genç, kubbelerin bulunduğu yerden yaklaşık yüz metre ötedeki hamamdan bahsetti. Çocukluğunda girip oynarlarmış. Ama biz göremedik, zira her taraf dikenlerle sarılıydı. Aynı genç, hemen altından geçen sahil yolunun genişletilmesi sırasında da mezarlar bulduklarını ve içlerinden oklar çıktığını anlattı.
Elbette, bu da gavurların işiydi. Ne hikmetse gavurlar bir Laz köyüne gidip papaz okulu denilen böylesi bir külliye inşa etmişlerdi.
Geçmişte bizim köyün insanları iskemlelerin üzerini işlemek için sarmaşık toplamaya dağlara giderlerdi. Her defasında bir bayır üzerinde inşa edilmiş uzunca bir duvardan ve etrafa saçılmış büyük blok taşlardan söz edilirdi. Tartışmasız bu da gavur işiydi ama benim gibi onlar da ne olduğunu merak ediyorlardı.
Ağustos 2015’de aynı hikayeyi fotoğraf makinesi ve kamera kullanabilen, tahsilli bir dostumdan da dinledim. Kestane toplamaya gittiğinde karşılaşmıştı. Ne olduğunu merak ediyordu ve tekrar görmek istiyordu. Pazar’da bir çay ocağında bu taşlardan bahsederken bir arkadaşım kışın ava çıktıklarında karşılaştığı büyük blok taşlardan bahsetti. Bu başka bir yerdi. Anlaşılan her yanı tarih kokan bir coğrafyada cehalet içinde kalmışız da haberimiz olmamış.
Artık bu duvarları görmem gerektiğine kanaat getirdim. Üç arkadaş dağlara doğru yola koyulduk. Muhtemel bulunduğu yer olarak düşündüğümüz en yüksek tepeye çıktık. Ben, bir manastır kalıntısı ile karşılaşabileceğimizi düşünüyordum. Bu yüzden de tepede olma ihtimali yüksekti. Ancak aradığımızı bulamadık. Yerli olmayan birinin kolayca yuvarlanabileceği bir bayırdan inip dağların arasında bir saatlik bir araba yolculuğundan sonra dağın öbür yanına vardık. Artık yanımızda çocukluğunda o taş duvarların dibinde koyun otlatmış bir abimiz de vardı.
Dağın hemen girişinde,yukarıdan yuvarlandığı anlaşılan şekilli taşlar duruyordu. Doğru yoldaydık ancak o boyuttaki taşlar insan tarafından kullanılmış olabilir miydi?
Yokuş yukarı devam ettikçe taşların sayısı arttı ve nihayet duvarı da bulduk. Yaklaşık 150 metre uzunluğunda bir duvardı. Bir tarafı tamamiyle uçurumdu. Duvar, uçurum ile nispeten eğimli arazi arasına yapılmıştı. Duvar haricinde, neredeyse üç metre uzunluğunda, bir metre genişliğinde taşlar duruyordu.
İlk dikkatimi çeken bu taşların yontulmamış olduğu, üzerinde metalle aşındırma izlerinin olmadığı oldu. Duvarın işleniş biçimi de bize yabancıydı. Harç izi yoktu ve taşlar birbirinin üzerine mükemmel bir şekilde oturuyordu. Üstelik farklı geometrik şekillere sahiplerdi.
Arkadaş bir fotoğraf çekti ve “gavur duvarı” olarak kaydetti.
Bu, “ gavur” duvarı olamayacak kadar eski olmalıydı. Eski çağ tarihi uzmanı olmasam da bunun en az 3-4 bin yıllık bir tarihi olması muhtemeldi. Cep telefonuyla fotoğraflar çektik.
Gece karanlığında eve vardığımda ilk işim internette araştırmak, işin uzmanlarından bilgi edinmek oldu. İlk öğrenebildiğim bunun CYCLOPEAN STRUCTURES denilen Neolitik döneme ait bir duvar örme tekniği olduğuydu. Yine yanlış anlamadıysam bu terim Türkçe’ye kiklopik duvar tekniği olarak tercüme edilmiş.Eski Yunan’da ve Peru’da görülen bir stilmiş; depremde zararı minimum olacak şekilde diziliyorlarmış. Bu kocaman taşların adı da Yunanca’da büyük taş anlamına gelen “megalith”miş.
Elbette ben arkeolog değilim. İşlerine de karışmak istemem. Demem o ki tarih yanıbaşımızda.
Umarım arkeologlar buradaki kalıntıları inceler ve biz de yaşadığımız bölgenin tarihini daha iyi öğrenme fırsatı buluruz.
Bu arada, çocukluğumda bereket tanrısını bulduğum yerde dört yüz yıl evvel bir evin bulunduğunu da öğrendim.

Not: Merak edenler için çektiğim fotolar şu linktedir:
Kva 8

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz